“Mecburen” diktatör

Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına çıkmasının somut sonuçları henüz görünür olmadı. Doğal olarak, Erdoğan gibi son derece baskın karakterde bir liderin yönettiği iktidar partisi, onun yokluğunda kimi yeni gelişmelere sahne olacaktır. Burada kast edilen, yalnızca parti içi çekişmeler değil, esasen bir parti olarak AKP’nin ve giderek Türkiye’deki çok partili, parlamenter sistemin karşı karşıya kalacağı sonuçlar.

Önemli olan ise, Erdoğan’ın yeni konumunun hem partisi, hem hükümet, hem de ülke yönetimi açısından yaratacağı dönüşümdür. Devletin tüm olanaklarını kullanan bir liderden ve onun iktidarından söz ettiğimiz için, böylesi bir dönüşüm süreci, mevcut rejimin egemenlik ve yönetim kapasitesinde de ister istemez çeşitli boşlukların ya da krizlerin oluşmasına yol açabilecektir.

Belki bir olasılıktır, ancak dikkate ve ciddiye alınması gereken bir olasılık olduğu da açıktır.

O zaman biraz açmaya çalışalım.

Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına çıkmasının ardından, parti üzerindeki dolaysız egemenliğinin sona erdiğini düşünmek için ikna edici veriler bulunmamaktadır. Erdoğan parti üzerindeki egemenliğini, sadece kendi kişisel ihtirasları ya da takıntıları sonucunda değil, siyasal islamcı geleneğin ve sağcı “şef” kültürünün de sayesinde kurmuştur. AKP’yi karakterize eden bu tür gerici nitelikler, Erdoğan kültünün parti üzerindeki gölgesinin sürmesinin de başlıca nedeni olacaktır.

Diğer bir neden ise, Erdoğan’ın yerine oturttuğu Davutoğlu’nun, partinin sahipliği konusunda Erdoğan’la herhangi bir çekişmeye girmeyecek olmasıdır. Davutoğlu, yeni başbakan ve genel başkan olarak, kuşkusuz partiyi ve ülkeyi yönetebilmek, bunun için de egemenliğini artırmak isteyecektir. Erdoğan ise, bu egemenlik tesisinde Davutoğlu’nun hem destekçisi, hem kolaylaştırıcısı, hem de meşrulaştırıcısı olarak vazgeçilmezdir. Dolayısıyla, Davutoğlu için Erdoğan, karşı karşıya gelinecek değil, diğer rakipleri karşısında güçlenmek için yan yana durulacak bir iktidar figürüdür.

Ancak, öyle ya da böyle, Erdoğan sahiden de artık başbakan ve genel başkan değildir. Dolayısıyla, Erdoğan’ın partisi ve hükümetiyle arasına giren zorunlu mesafenin yok sayılması gerçekçi değildir. AKP içerisinde yaşanabilecek sürtüşme ve çekişmelerin seyrinde, Erdoğan’ın bu ikili konumunun, yani hem parti üzerindeki egemenliğinin devam etmesinin, hem de partiden zorunlu bir mesafe ile ayrılmak zorunda kalmasının karmaşık etkileri olacaktır.

Bu mesafenin en açık sonucu, parti içindeki iktidar çekişmelerinde Erdoğan’ın gücünün dolaylanması olacaktır. Diğer bir deyişle, şimdiye kadar bu tür gerilimli ilişkileri bizzat yöneten, hatta kendisi de o ilişkilerin bir parçası olan Erdoğan, bundan sonra partiye Davutoğlu gibi yandaşları üzerinden müdahale etmek zorunda kalacaktır. Daha görevinin ve partisinin başındayken, Gezi Parkı’nda yükselen direnişin ilk günlerinde Kuzey Afrika gezisine çıktığında AKP’nin çeşitli isimlerinin yaptığı açıklamalar, araya giren mesafenin ve dolaylanmanın ne anlama geleceğini gösteren bir örnektir.

Bu sorunu aşmak elbette mümkündür. Kamuoyunda da beklendiği gibi, Erdoğan cumhurbaşkanlığı makamının siyasal sınırlarını dert etmeyerek, partisini ve hükümeti yönetmenin yollarını arayacak, giderek Türkiye’de başkanlık sistemini fiilen hayata geçirecek, dolayısıyla hem rejimin dönüşümünü tamamlayacak, hem de partisi ve hükümeti üzerindeki egemenliğini güçlendirecektir. Ancak sorun tam da burada, yani Erdoğan’ın bunu gerçekten yapmak zorunda kalmasında düğümleniyor.

Çünkü Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı makamından partisini, hükümeti ve ülkeyi yönetmeye devam etmesi, rejimin tüm anayasal ve kurumsal işleyişini dağıtacak, Türkiye’nin parlamenter sistemini devre dışı bırakacak, devletin ve aygıtlarının, yönelimlerinin ve işlevlerinin ciddi biçimde dağılmasına neden olacaktır. Daha açık bir ifadeyle, Erdoğan’ın fiili başkanlık planı, kurumlarıyla, partileriyle, temsil biçimleriyle, ideolojisiyle rejimin tümünün iptal edilmesi, Türkiye’nin kağıt üzerinde de olsa bir anayasal rejim olarak yönetildiği günlerin sona ermesi anlamına gelecektir. Siyaset literatüründe bu yönetim tarzının tek adlandırması ise diktatörlüktür.

Diktatörlüğün Erdoğan’ın fıtratında olduğunu, zaten yıllardır bunu arzu ettiğini biliyoruz. Ancak burada daha fazlası var. Erdoğan için diktatörlük, aynı zamanda, parti, hükümet ve ülke üzerindeki egemenliğinin zayıflamasına karşı alınacak yegane önlem olarak da değerlendirilmeli. Bu koşullarda, Erdoğan’ın egemenliğinin sürmesinin tek koşulu, rejimin yasal ve kurumsal tüm varlığının ortadan kaldırılması olmaktadır. Deyim yerindeyse, Erdoğan artık fıtratının ve arzusunun ötesinde, “mecburen” de diktatördür.

İşte dikkate ve ciddiye alınması gereken budur.

Halihazırda ülkeyi yönetmekte ciddi sıkıntılar yaşayan, hegemonya krizine etkili bir çözüm bulamayan, mevcut yasallığı ve meşruiyeti pervasızca çiğnediği için halkın büyük tepkisi ile karşı karşıya kalan Erdoğan, çareyi yasallık ve meşruiyet alanını toptan imha etmekte aramaktadır.

Diktatörlük hevesleri nedeniyle halktan esaslı bir tokat yiyen Erdoğan, köteğin büyüğünden kurtulmak için “mecburen” diktatörlüğe koşmaktadır.

Çünkü Erdoğan ayakta durabilmek için diktatör olmak zorunda olduğunu görmektedir.

Diktatörlüğe attığı her adım ise, ayağının altındaki son zemini de yiyip bitirmekte, Erdoğan’ı hep korktuğu “acı son”a yaklaştırmaktadır.

Bu da, tıpkı tarihteki diğer diktatörlerin başına geldiği gibi, bir “mecburiyet”tir.