Kutlu Doğum’dan Kutü’l-Amare’ye Geleneğin İcadı

Malum, geçtiğimiz hafta Kutlu Doğum Haftası’nı 28. kez eda ettik. Bu hafta kapsamında ülkemizde ve yurtdışında konferans, hatim okunması, Kur’an ziyafeti, lokum ve gül dağıtımı, kan bağışı, tarihi ve dini mekânları ziyaret, yarışma, çalıştay, konser, esnaf ziyareti, pilav ikramı gibi sayısız etkinlik yapıldı.

570 yılında doğan ve Müslümanların peygamber kabul ettiği Muhammed bin Abdullah’ın doğumu niye sadece 28. keredir kutlanıyor diye merak edilebilir tabii ki. Mesele tam da bu.

Hem bu kadar eski bir olayın daha yeni kutlanıyor olmasına hem de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın koordine ettiği etkinliklerden kimilerinin içeriğine bakılarak hemen teolojik bir tartışmaya girmek mümkün. Kutlu Doğum Haftası elbette açık bir “bid’at”; yani dinin aslında olmayan ve sonradan giren bir öğe. Ancak üzerinde çok daha az tartışma bulunan Mevlid Kandili de bir bid’at. Esasen işin bu yönü üzerinde durmak çok verimli olmaz. Bu, bir yandan bizi bitmek tükenmek bilmez ‘gerçek İslam bu değil’ tartışmalarına sürükler; hangi din söz konusu olursa olsun, onun ‘gerçek’, ‘saf’ halini bulmak imkansızdır. Diğer yandan dinden bid’atları ayıklama iş tehlikeli bir iştir; ucu maazallah Selefiliğe kadar varır.

Kutlu Doğum Haftası’nın toplumsal anlamı üzerine düşünmek elbette gerekiyor. Eleştirenler, bunun bir tür Protestan İslam yaratma projesinin ürünü olduğunu epeydir söylüyorlar. Gerçekten de bir kişi olarak Muhammed’e yapılan vurgu sadece onun doğum gününün yılda iki kez büyük bir vaveylayla kutlanmasında değil, onun dinin bu kadar merkezine oturtulmasında, etkinliklerin önemli bir kısmının İslam’dan çok doğrudan peygamberle ilişkili olmasında rahatça görülebiliyor. Bunun özellikle ABD’li Protestan fundamentalistlerinin İsa’yı ele alış biçimiyle çarpıcı bir benzerliği var. Diğer bir benzerlik, gül verme, lokum dağıtma gibi etkinliklerde görülen bariz ticari boyut. Bu açıdan bakıldığında, Protestan İslam anlayışına meyyal Gülen Cemaati’nin zamanında Kutlu Doğum meselesine şevkle asılmış olması da tesadüf olmasa gerek.

Kutlu Doğum haftası kutlamalarının siyasal anlamı da gayet önemli. Bu etkinlik Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ‘bu dini değil, ilmi ve fikri bir haftadır’ teziyle, kimilerince de ‘Müslümanlar peygamberin doğumunu zaten asırlardan beri kutlardı’ diye savunulmakta. Her halükarda, etkinliklerin biçimine, kullanılan dile, her yılın teması farklı olmakla birlikte yıldan yıla aktarılan ‘ruha’ baktığımızda yapılanın bir gelenek icat etmek olduğunu net olarak görüyoruz.

Tarihçiler Eric Hobsbawm ve Terence Ranger’ın ortaya attıkları “geleneğin icadı” kavramı, yeni ortaya çıkmış, ancak bu özellikleri gözden uzak tutulmak istenen ve bir eskilik-yerlilik-otantiklik halesinin arkasına saklanılmak istenen kimi pratikleri nitelemek için kullanılır. Özellikle milliyetçi ideolojilerin ortaya attığı pek çok pratik böyledir. Zira esasen modern bir ideoloji olan milliyetçilik, her zaman bu özelliğini gizlemek ister; kendini kadim geçmişe yaptığı bitmez tükenmez referanslarla kurar. Mesela geçen yıl kimi yabancı devlet adamlarını karşılamak için Saray’da kullanılan ve 16 Türk devletini temsil ettiği söylenen askerler, bu çabanın en trajikomik örneklerinden biridir.

Kutlu Doğum Haftası da tam olarak icat edilmiş bir gelenek. İcat edilmiş geleneklerin tüm avantajlarına da sahip: istenildiği gibi eğilip bükebiliyor, istenilen siyasi anlam yüklenebiliyor, siyasi konjonktür değiştikçe üzerinde serbestçe oynama yapılabiliyor. Örneğin bu hafta ilk yıllarında Hicri takvime göre gerçekleşirken, muhtemelen bunun yarattığı organizasyonel sıkıntılar nedeniyle (mesela, yaz tatiline denk gelseydi öğrenciler bu muazzam fırsattan mahrum kalırlardı) 1994 yılında 20-26 Nisan’a sabitleniverdi. Ancak 23 Nisan’la aynı haftaya denk gelmesinin yol açtığı eleştiriler sonucu 2008’den itibaren peygamberin doğumunun kutlanacağı hafta 14-20 Nisan olarak yeniden belirlendi. Hem kadim, hem esnek… böyle bir geleneği kim istemez!

AKP gelenek icadına zaten yabancı değil; son yıllarda Çanakkale Savaşı’na hacı-hoca menkıbeleriyle yüklenen tuhaf dinî hava ve özellikle de geçen yıl savaşın 100. yıldönümünde yapılan törenlerin açıkça Ermenilerin soykırım anmasına karşıt konumlandırılması akla gelen ilk örneklerden.

Bu yıl benzer bir çabaya Kutü’l-Amare Savaşı üzerinden şahit oluyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’nda kazandığı en büyük başarılardan biri olan ve savaşın sonucuna tesir etmemiş olan bu muharebe, 100. yılında tekrar keşfedilmiş durumda. TBMM ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın başını çektiği bir dizi devlet kuruluşu muharebeyle ilgili etkinlikler düzenleyecek, böylece öğrencilerin ve halkın bilinçlendirilmesi sağlanacakmış. Tabii ki, savaşın ilerleyen periyotlarında İngilizlerin bölgeyi ele geçirmiş olması, ya da savaşta Osmanlı devletinin idaresinde Abdülhamit Han’ı tahttan indiren darbeci-elitist-pozitivist İttihatçıların bulunması gibi küçük ayrıntılar atlanabilir. Çünkü bir gelenek icat ederken tarihsel gerçeklikten ziyade güncel ihtiyaçlar göz önünde bulundurulur.

Kutü’l-Amare’nin yeniden hatırlanmasında üç ihtiyaç ön plana çıkmış gibi görünüyor. Birincisi, gitgide Batı’nın gözünden daha fazla düşen, lideri yurtdışında alenen hor görülen, elindeki mülteci kartına sıkı sıkıya sarılan AKP iktidarının, Batılı bir devlete haddini bildirdiğimiz bir hatıraya acilen ihtiyaç duyması. Neticede onların üst aklı varsa bizim de şanlı tarihimiz var. İkincisi, Kürt kentlerinde süren ve bir türlü bitirilemeyen savaş. Gelmeyen bir askeri başarıyı eski bir başarıyla ikame etmek fena bir fikir değil. Üçüncü ihtiyaç, hükumetin tamamıyla iflas eden Orta Doğu politikasıyla ilgili. AKP iktidarının gerek Suriye’de gerekse Irak’ta tutunacak dalı neredeyse kalmamış durumda. Bu durumda zamanında Osmanlı Irak’ında kazanılmış bir zafer üzerinden ‘eskiden buralar hep bizimdi’ hatırlatması yapmanın ne zararı olabilir?

AKP iktidarı sıkıştıkça böyle gelenek icatlarına daha sık başvuracak gibi görünüyor. Bir iki gündür alttan alta ısıtılmaya çalışılan, şehit cenazelerinde Chopin’in “Cenaze Marşı” olarak bilinen marş yerine Itri’ye ait olduğu sanılan “Tekbir”in çalınması tartışması da buna işaret ediyor. İki sene cenazelerde bunu kullanıp, sonra ‘bizim ecdadımız şehitleri defnederken asırlarca bunu söyledi’ demek hiç zor değil. Öyle ya, madem ölümlerin ardı arkası kesilmiyor, o zaman dinî dozu biraz daha artırılmış yeni geleneklerden kime ne zarar gelir!

AKP gelenek icat etmeye devam edecek, biz mücadeleye devam edeceğiz. Hatırlamaya, hatırlatmaya devam edeceğiz. Milan Kundera’nın o iyi bilinen cümlesinde dediği gibi, “İnsanın iktidara karşı mücadelesi, hafızanın unutuşa karşı mücadelesidir.”