Komünizm insanlığa ne vaat ediyor?

Son iki yazımızda yeni bir komünist uygarlık ihtiyacını değişik boyutlarıyla ele almaya çalıştık. Böylesi bir tartışmanın akla getirdiklerinden biri de, komünizmin insanın doğasına ya da insanın doğasının komünizme uygun olup olmadığıdır. Bu ikisi arasında bir uyumsuzluk bulunduğu, dolayısıyla komünizmin insanın doğasına aykırı olduğunu söyleyen felsefi, psikiyatrik, sosyolojik ya da biyolojik görüşlerin varlığı da biliniyordur.

Ancak “komünizm insanın doğasına uygun mudur” sorusu, tam da yanıtlanması gerekeni sorunun kurucu unsuru haline getirmekte, yani insanın bir “öz”ü olup olmadığını soruşturmak yerine onu varsayarak yola çıkmaktadır. Bu nedenle, komünizmin insanın doğasına uygunluğu sorusunun, esasında bir soru değil, basbayağı bir (olumsuz) yanıt olduğu da söylenebilir.

Oysa, tarihsel ve toplumsal gelişimin dışında, her türlü etki ve belirlenimden muaf, insanın biyolojik varlığının ötesinde toplumsal varlığını da biçimlendiren bir “öz”, eski çağlardan bu yana idealist felsefi kurguların temel taşını oluşturmuştur.  Marksizm gibi, komünizmi hedefleyen bir kuramın, bu nedenle insan doğası türünden bir soyutlamayı kabul etmesi mümkün değildir. Marx’ın birçok kereler vurguladığı gibi, insanın doğası, eğer böyle bir şey varsa, ancak ve sadece onun tarihsel ve toplumsal gelişiminde izlenebilir. Eğer insana bir öz atfedilecekse, bu, insanın biyolojik varlığının dışında, insanı da kapsayan toplumsallık türünde aranmalıdır.

İnsanın özünün, paradoksal görünse de, insanın dışına yerleştirilmesi, Marx’ın diyalektiğinin en esaslı görünümünü ve bütüncül perspektifini göstermektedir. Ancak önemi bununla sınırlı değildir; Marx, bu sayede, sadece Aristoteles’ten bu yana batı felsefesinin en bilinen mottolarından biri olan “insan politik hayvandır” tezini tekrar etmiş olmuyor, aynı zamanda insanı özgül bir canlı türü olarak doğadan soyutlayıp özerkleştiriyor da. Çünkü doğadan ve diğer canlılardan özerkleşen insan, tanımlanmak için artık toplumsal ve tarihsel ölçütlere ihtiyaç duyar hale geliyor. Başka türlü ifade edersek, böylelikle insan, kendi biyolojik varlığının ötesine taşan, tanımlanmak için de beden sınırlarının dışına çıkmayı dayatan özgül bir canlı türüne dönüşüyor.

Peki bu işlemi, yani insanı doğadan ve diğer canlı türlerinden özerkleştirmeyi mümkün kılan nedir? İnsan ile diğer canlı türlerini ayıran çizgi nereden geçmektedir? İnsan, nerede başlamaktadır?

Bu soruya marksistlerin verdiği yanıt, insanın, doğayı kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla değiştirmeye, yani üretim eylemine başladığı anda diğer canlı türlerinden ayrıldığıdır. Burada üretimin niteliği ve tekniği ikincil bir tartışma konusudur ve tarihsel gelişme sürecinin içerisinde açıklanmaktadır. Ancak, içinde yaşadığı doğal çevreye müdahale eden, bu çevrede kendi ihtiyaçları doğrultusunda değişimler yaratan, doğa ile kurduğu bağımlılık ilişkisini kendi lehine dönüştürmeye başlayan insan, tanım gereği, diğer canlı türlerinden niteliksel olarak ayrılmaktadır. İşte, insanın doğasını ya da özünü, tam da burada, insanın başladığı noktada, insanı diğer canlı türlerinden ayıran tanımda aramak gerekmektedir.

Oysa bir kere insanın doğasının onun tarihsel ve toplumsal varlığından bağımsız düşünülemeyeceğini, bu varlığın temelinde ise insanı doğadan özerkleştiren üretim eyleminin olduğunu söylediğimizde, bu eylemin yönünü de tarif etmemiz gerekiyor. Zaten böylesi bir “yön” bir kere ortaya konduğunda, insanın doğası ile komünizm düşüncesi arasındaki bağlantı da açığa çıkmış oluyor.

Bu açıdan baktığımızda, insanı doğadan ayıran üretim eyleminin, esasen insanın özgürleşmesi sürecini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Doğa karşısında çaresiz, besin ve barınma gibi temel fizyolojik ihtiyaçları için doğaya bağımlı olan insan türü, üretim eylemi ve bunun sağladığı pratik faydalar sayesinde, giderek doğadan özerkleşmiş, doğaya mahkum olmaktan çıkmış, doğa karşısındaki çaresizliğini yenmeye başlamıştır. Basit bir örnekle, vaktinde beslenmek için doğanın kendisine sunduğu gıdayı beklemek zorunda olan insan, ekicilik ya da hayvancılık konusunda yetkinleştikçe, besininin kontrolünü giderek kendi eline almaya, ihtiyaç duyduğu gıdayı doğadan kaynaklanan “talih” değil de, kendi üretim eyleminin faydası olarak edinmeye başlamıştır. Ve bu sürecin mantığı, ilk tohumların toprağa ekildiği arkaik çağlardan uzayda gezinen araçları izlediğimiz günümüze kadar varlığını sürdürmektedir. İnsan, akıl ve teknikle birleştirilmiş üretim eylemi ile birlikte, doğadan ve doğanın dayattığı sınırlardan her adımda biraz daha özgürleşmekte, özgürleşmeyi aramaktadır.

Tarihte ilerleme olgusuna karşı çıkanların, esasen bu derin mantığa karşı çıktığını geçerken belirtelim, ancak bizim için önemli olan bu özgürleşme sürecinin boyutlarıdır. İnsanın üretim eylemi aracılığıyla doğadan özerkleşmesi, aynı zamanda sınıflı toplumların da oluşması sürecini tetiklemiştir. İnsan, doğadan özgürleşmesinin bedelini, toplumsal ilişkilerin eşitsizliğiyle, diğer bir deyişle doğaya değil de diğer insanlara boyun eğmek zorunda kalışıyla ödemiştir. Belki artık besinini sağlamak için doğanın lütfuna bağımlı değildir, fakat şimdi de karnını doyurabilmek için çalışmak, emeğini başkalarına satmak zorundadır. Doğanın dayattığı koşulları alt edebilen insanın karşısına, bundan böyle toplumsal yapının koşulları çıkmıştır. İnsan, insanın gelişimi ve özgürleşmesi, şimdi doğa tarafından değil, toplumsal ilişkilerin eşitsiz ve sömürücü yapısı tarafından sınırlanmaktadır. İnsan, ilerleyebilmek için özgürlüğünü, şimdilik, feda etmiştir.

İşte böylece, insan doğası hakkındaki bu uzun soruşturmayı Marx’a ve komünizm düşüncesine bağlayan uğrağa gelmiş bulunuyoruz. Marx’ın insanın toplumsal ve tarihsel varlığına dair kavrayışının, klasik aristotelesçi düşünceden daha derin olduğunu yukarıda söylemiştik. Bu derinliği sağlayan en önemli unsur, insanı, sadece koşullar tarafından biçimlendirilen bir varlık olarak görmeyip, insanın koşullar üzerindeki etkisini de açığa çıkarmaya çalışmasıdır. Bu nedenle, çok bilinen sözündeki gibi, “eğer insan koşullar tarafından biçimlendiriliyorsa, koşulların insani olarak biçimlendirilmesi gerekir” demektedir. Bu söz, bir yandan insanı kuşatan toplumsal ve tarihsel belirlenimlere işaret ederken, bir yandan da insanın etkin varoluşuna, koşullara müdahale edip dönüştürebilme kapasitesine, yani insan özgürleşmesinin pratik niteliğine vurgu yapmaktadır.

İnsan, nasıl bir zamanlar doğanın kendisine koyduğu sınırlardan kurtulmak ve özgürleşmek için harekete geçmiş ise, şimdi de sınıflı toplumun kendisine dayattığı sınırları ortadan kaldırmak için mücadele etmelidir. İlk adımda doğaya olan bağımlılığın niteliği gereği üretim eylemine ihtiyaç duyan insanlık, bu defa toplumsal bağımlılığın niteliği gereği siyasal eyleme ihtiyaç duymaktadır. İnsanın özgürleşmesi, gelişiminin önüne dikilen her türlü engel ve sınırdan kurtulması, toplumsal koşulların radikal biçimde dönüştürülmesiyle, toplumsal ilişkilerin insanın özgürleşme hedefiyle uyumlu hale getirilmesiyle mümkündür artık. Çünkü şimdi insan, doğanın değil, toplumsal yapının eşitsiz karakterinin esareti altındadır.

Komünizm düşüncesi, en başta, insanlığın özgürleşmesinin önüne dikilen bu engelleri işaret ettiği ve onların ortadan kaldırılmasını önüne koyduğu için radikaldir zaten. Marx, insanlığın kapitalizmle birlikte eriştiği üretkenlik aşamasında, örneğin dünyanın her yerindeki topluluklara yetecek ölçüde besin üretmenin mümkün olduğunu görmüş ve “peki gerçeklik buysa, neden hala milyonlarca insan açlıkla savaşıyor” diye sormuştur. Yanıt ise, doğaya karşı olan esaretini yıkıp herkese yiyecek üretebilecek düzeye kadar gelebilen insanlığın, bu kez eşitsiz toplumsal ilişkilerin esareti altına girdiği, kapitalist üretim tarzının insanın bu gelişme potansiyelini hayata geçirmesini engellediği, sınırladığı yönündedir.

Ve bu esaret, öyle çok da tarihsel ya da teorik bir soyutlama falan değildir. Kapitalizmin, insanın özgürleşmesinin önüne koyduğu engeller, her gün somut olarak da deneyimlenmektedir. Bilimin ulaştığı nokta hesaba katıldığında, basit bir aşının yokluğu yüzünden ölmek zorunda olan insan, aslında doğaya değil, toplumsal koşulların eşitsizliğine boyun eğmektedir örneğin.

O yüzden, kapitalizm yıkılmalıdır. Sadece eşitsizlik ve sömürü üreten karakteri vicdanları sızlatıyor olduğu için, insanın en temel ihtiyacını, özgürleşme aranışını engelliyor olduğu için yıkılmalı ve insanın gelişiminin ve özgürleşmesinin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Kapitalizm yıkılmalı ve üretim, paylaşım, toplumsal ilişkilerin bütünü insanın denetimi altına alınmalıdır. İnsanlık, kendisini de biçimlendiren koşulları biçimlendirmeli, insanileştirmelidir.

Eğer komünizm bu haliyle, yani insanın özgürleşmesini hedefleyen ve bu özgürleşmenin önündeki engellerin kaldırılmasını amaçlayan bir düşünsel ufuk olarak anlaşılırsa, komünizm ile insan doğası arasındaki çelişki de ortadan kalkar. Bu açıdan bakıldığında, komünizmin insan doğasına aykırı olması şöyle dursun, insanın tarihsel ve toplumsal doğasının ancak komünizmle birlikte gerçekleşebileceği açığa çıkar.

Demek ki, insanın doğasına uygun olmayan komünizm değil, kapitalizmdir.

Komünizm, insanlığa basitçe refah ya da rahatlık değil, bizzat insani varoluşun kendisini, sınırlarından kurtulmuş insanın özgürleşme pratiğini vaat etmektedir.

Komünizm, insanlığa yeniden insan olabilmenin yolunu göstermektedir.