Kısa kitap notları

Halâ öyle midir bilmiyorum ama eskiden, ben lise öğrencisiyken, iyi kitap okumak altını çizerek okumak demekti. Moda gereği ben de bir süre okuduklarımın altını çizdim ama doğrusunu söylemek gerekirse hiç içime sinmedi yaptığım iş. Öncelikle neyin altını çizecektim? Önemsediklerimin mi? Bilmediklerimin mi? Yanlış bulduklarımın mı? Anlamadıklarımın mı?   Belki de hepsinin. Biraz bocaladıktan sonra son seçeneği seçtim ama bu kez de birkaç farklı renkte kalemi her an yanında bulundurma zorluğu bir yana, rengarenk çizilmiş kitaplar ortaya çıktı ki, ikinci okumalar gerçekten ıstırap vericiydi. Vazgeçtim.

Ben vazgeçtim ama sahaflardan aldığım kitaplarda bu sorun yine karşıma çıktı: birisi okumuş altını, fosforlu kalemlerden sonra üstünü, çizmiş! Siz de oluyor mu bilmem ama ben böyle bir durumda çok zorlanırım, gözüm hep çizili yerlerde olur, diğer kısımları atlamaya başlarım okurken; sanki benden önce okuyan benim için gereksiz yerleri atmış gibi. Yani çok zorlanırım.

Sanırım altını çizerek okumak bir tür kitap üzerinde egemenlik kurmak gibi bir şey; bir tür iktidar sorunu. Başka bir açıdan bakarsanız da kitabı sahiplenmek gibi bir şey; yani mülkiyet sorunu. İşi bu boyuta getirip, teorik bir temel de sağladıktan sonra kitapları çizmiyorum, tertemiz okuyorum; benim iktidar veya mülkiyet gibi sorunum yok ki!

Kitap kenarlarına yazılan notlardan söz etmiyorum bile, bence bunun çizmekten bir farkı yok. Geriye kalıyor tek bir çözüm, ben de artık öyle yapıyorum, kitap okurken elimde bir kâğıt, notlar alıyorum. İleri Kitap’a yazmaya başladıktan sonra zaten başka türlüsü olamazdı; biliyorsunuz her okuduğum kitabı muhakkak yazıyorum, yani not almam zorunlu, tercih konusu değil. Şöyle bir yöntemim var: sizin pazar günleri okuduğunuz yazılarımı, cuma günü editörüme yolluyorum. Bunun için de bir önceki çarşamba günü okumayı kesip, notlarımı ve kitaplarımı alıp, kitaplığıma (ben kitap mekânı diyorum) çıkıp yazmaya başlıyorum. Geçtiğimiz iki hafta boyunca hareket halinde ve kitap mekânımdan uzaktaydım. Böyle olacağı önceden belli olduğu için, tek bir başlık altında birleştirecek şekilde değil de aldığım notları yazmaya karar verdim. Şöyle oldu:

LA FORZA DEL DESTİNO. Opera kitaplarını sevmemi artık çok boyutlu olmalarına bağlıyorum. Şimdiye dek seviyor ama nedenini söyleyemiyordum. Gerçekten çok boyutlular; kitapta öykü var, öykü üzerine yazılar var, dekor fotoğrafları, giysi çizimleri var, hatta özel bölümlerin notaları bile var; becerebilirseniz duymak da olası yani. Bir tek sahnenin kokusu yok; o da artık belleğinize veya hayal gücünüze kalsın.

-La Forza Del Destino. Guiseppe Verdi. İZDOB Yay., 2018. Fiyatı 5 TL.

Verdi’nin müziğini dinlemek her zaman bir ayrıcalık; üstelik librettosu benim için sıkıcı diyebileceğim kadar uzun olsa da. Denilir ki, Verdi’nin çiftliğindeki düzenlemeler için paraya gereksinimi varmış, Rusya’dan, Çar’dan gelen öneriyi reddedememiş, yani bir tür ısmarlama bir opera olmuş; bilmiyorum ama süresi konusunda da pazarlık yapılmış olabilir. Bence sakıncası yok, iyi de olmuş. Hele bir de efsanevi Herbert von Karajan yorumundan söz edilir ki, umarım bir gün kayıtlarına ulaşabilirim.

Gerçekten de librettonun kasvetli ve karanlık havası, bir de uzunluğuyla birleşince kimi zaman insanı zorluyor. Bu havayı yumuşatmak için sonradan bazı karakterler eklenmiş olsa da sorun çözülmemiş. Aslında temelinde romantizmin inandırıcı olmak yerine duyguları hissettirme kaygısı var bence. Ama ben yine de bu kitapları seviyor ve tiyatro veya sinemaya gittiğimde, neden böyle kitapları olmaz diye her seferinde düşünüyorum. Düşünüyorum ama düşündüğümle kalıyorum, bir şey değişmiyor.

KAVİL. Tuğrul Keskin’in en iyi kitaplarından biri. Kendisi de kuşağının en iyi şiir yazanlarından bence. Kimi zaman yazdıklarını Cemal Süreya’nınkilere benzetiyorum. Kendisi ne düşünür bilmem ama bir toplantıda Cemal Süreya’dan bir şeyler okuduğunu hatırlıyorum.

-Kavil. Tuğrul Keskin. Everest Yay., 2018. Etiket fiyatı 14 TL.   

  ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum

     (sadece) kediler kaldı bembeyaz.

İlk dize Süreya, ikincisi Keskin’in. Bozmuyor gibi; çok mu zorluyorum?

Kitap ismi zaten başlı başına şiir gibi. “Kavil sözcüğü, yalnızca anlamındaki sözleşmeden ibaret değil elbette, içinde geleceğimiz de var. Yaşadığımız çağın orta yerinden akan kan ve acı, ne denli güçlü olursa olsun, sevgi ve umutla karşı koyabiliriz bunca kötülüğe1”. Keskin’le bağlayayım:

     elli dört yıldır yazmayan kalemle aldanmaktayım

     yeni bildim ki meğer, hiç’i kanımla yazmaktayım

     damardan sızanla ıpıslak olmuş üstümdeki patiska

     acı ki bu yapışkan ıslaklığı yaşamak sanmaktayım…

GENEL TANITIM KİTAPÇIĞI. İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin broşürünün aslında burada yer almasına gerek yoktu ama içinde öyle iki nokta var ki, yazmamazlık edemedim: Birincisi, broşürde her şeyi anlatılmış da üniversitenin en önemli işlevi olan bilimsel durumundan söz edilmemiş. Sanki bir kasabın tanıtımında etlerinden değil de dükkânda bekleyenlerin bu arada televizyon izleyebileceklerini veya bir inşaat şirketinin, çalışanlarının yakışıklı olduğunu anlatması gibi. Bakın çevrenize, dünyadaki ve Türkiye’deki “iyi” denilen üniversitelerin tümü, bilgi üretiminde de üst sıralardadır. Acaba diyorum, bilgi üretimi konusunda söyleyebilecekleri bir şeyleri mi yok?

-İzmir Ekonomi Üniversitesi Genel tanıtım Kitapçığı. Satılmıyor, Üniversiteden bulunabilir.

İkinci nokta ise içimi acıttı; üniversite ticaret odası üyelerinin birinci derece yakınlarına burs veriyormuş. Ne güzel bir davranış. Hani diyorum ki, eğer bu destek yeterli olmazsa, acaba İleri okuyucuları olarak bir fon oluşturup ticaret odası üyelerine destek olabilir miyiz? Zorlama yok, herkes olanakları elverdiğince katılsa ne güzel olur.

KÖY ENSTİTÜLERİNİN ÇAĞDAŞ EĞİTİM YÖNETİMİNE KATKILARI.  Tıpta bazı ilaçları hemen kesemezsiniz, ciddi sorunlar ortaya çıkabilir. Bu yüzden de dozunu yavaş yavaş azaltarak ilaç kullanımı bırakılır. Bunları söylüyorum çünkü, biliyorsunuz, son iki yazım2,3 köy enstitüleri üzerineydi; yani bir ay süreyle sadece köy enstitüleri ile ilgili okumuştum. Açıkçası aniden kesmeye korktum ve bir köy enstitüsü kitabı daha okudum.

-Köy Enstitülerinin Çağdaş Eğitim Yönetimine Katkıları. Hasan Erçelebi. Dikili Belediyesi Yay., 1993. Belediyede var mıdır bilmiyorum ama sahaflarda 10-17 TL arası.

Kitap Dikili Belediyesi’nin 1993 yılında açtığı yarışmada ikinci olmuş. Sanırım Hasan Erçelebi’nin doktora tezi çünkü isimleri benziyor, tarihleri uygun. Yazar çalışmasında, kimisi köy enstitüsü mezunu çeşitli öğretmenlere anket yollayarak köy enstitüleri ile ilgili algılarını değerlendirmeye çalışmış. Bu açıdan, çalışmanın sonuçlarından genelleme yapmak çok zor; sadece “anket yapılan grubun algıları şu şekilde” denilebilir. Hele bazı sorularda algının da bir anlamı kalmıyor. Örneğin, “enstitüler kendisine gerekli öğretim elemanlarını yetiştirebiliyor muydu?” sorusuna verilen “az” veya “çok” yanıtının, gerçekte ne kadar yetiştirdiğini bilmeden ve bu sayının neye göre saptandığını öğrenmeden, salt algıyı bilmenin bir anlamı yok bence. Aslında bu, sadece bu çalışmanın değil, genel olarak sosyal bilimlerdeki alan çalışmalarının sorunu.

PİYASA AHLAKI. Eleştirel Pedagoji dergisi editörü ve Birgün gazetesi yazarı Ünal Özmen yeni kitabında din, ahlak, piyasa ve eğitim bağlantısını güncel örneklerle çok güzel anlatmış: “Piyasanın eğitimde dine rol vermesinin nedeni, insanın öznelliğini yok sayan, onu kendi bağlamından kendi rızasıyla ayırma gücüne sahip olmasındandır. Dinlerin insani normları reddetmesi, onlar piyasanın ve piyasa kültürünün her daim müttefiki yapar”.

-Piyasa Ahlakı. Ünal Özmen. Sobil Yay., Etiket fiyatı 20 TL.

Burada, dinin sorgulamadan kabul etme alışkanlığı veren en güçlü aparat olduğunu ve bu nedenle de kitleleri yönlendirmeye çok uygun olduğunu ve İslamcının, yalanı ikna aracı olarak değil, irade kırma yöntemi olarak kullandığını, ki bu bir tür şiddettir, iyi kavramak gerekiyor; Aya çift şerit yol yapmak gibi. Egemen güç, dinin bu özelliğini kullanmaktan hiçbir zaman çekinmemiştir. 1939 yılında müfredattan tümüyle çıkartılan din dersleri 1951 yılında okullara geri dönmüş ve dini eğitim veren okullar da açılmaya başlanmıştır. Ezanın Arapça okunmaya başlaması da bu dönemin ve bu amacın bir sonucudur. Az bilinir, 1960’tan sonra toplanan 9. Dil Kongresi ezanın tekrar Türkçe okunması gerektiğini ve bunun olanaklı olduğunu söyleyip, Milli Birlik Komitesi’ne önermesine karşın, oybirliği ile reddedilmiştir.

Ünal Özmen ahlak, din ve eğitim kavramlarını sınıfsal içeriklerinden kopartmadan, Türkiye ekseninden anlatıyor. Böyle söyleyince zor okunan, sıkıcı bir kitap olduğu sanılmasın; su gibi akıyor 144 sayfa.

ZİHİN KUŞLARI. Şiddetin din kökenli olduğunu düşünen diğer bir kişi de Leylâ Erbil. Ekliyor:” Allah’a yaranmaktan başlayarak, ideolojiye, iktidara, hacıya hocaya, tarikata efendiye, ağaya paşaya, başmüdüre başhekime, ödül jürisine eleştirmene vb.…….yaranma gibi örtülü bir dizge içinde özgürlük kavramının yer alabilmesine olanak var mıdır?....Marks’ın sözünü ettiği insanın bağrından çıktığı üretim biçiminin bir ürünü olduğu tezi, Müslüman ülkelerde bu olguya birer minare eklemek koşuluyla katmerli bir biçimde yerine oturur.” Ve bitiriyor: “Tanrı insanın riyasıdır”. 

-Zihin Kuşları. Leyla Erbil. İş Bankası Yay., 5. Baskı, 2016. Etiket fiyatı 19 TL.

Füsun Akatlı ’ya göre Erbil’in en önemli özelliği meydan okuyuculuk. Dil yapılarına, değerlere, sırça köşklere, kalıplara, edebiyatın kurumsallaşmasına karşı bir meydan okuma. Ve bu meydan okuma, yeteneğiyle birleşince ortaya olağanüstü metinler çıkıyor. Bana öyle geliyor ki, ne yazsa edebiyat olur! Abartmıyorum, gerçekten böyle düşünüyorum. Herhangi bir nedenle yaptığı bir karalamaya, örneğin alışveriş listesine ulaşılsa, eminim onun da farklı olduğunu görürüz. Sanırım “edebi olmamak elinde olmayan kişidir” Erbil. Dilin sınırlılıkları bile onu tutamıyor; üç virgül yan yana, virgüllü ünlem, virgüllü soru işareti kullanıyor. Var mı daha ötesi?

Neyse, kitaba dönecek olursak okuduğum en iyi Sait Faik değerlendirmesi bu kitapta, Çerkes Ethem’e farklı bakış burada. Tezer Özlü’ yü bu kitapla daha çok sevdim. Keskin eleştiriler de var: 1941 de başlayan Millî Eğitim Bakanlığı klasiklerinde neden bir Barbusse veya Gorki’nin olmadığını soruyor. Hatta Ergin Günçe’nin Montaigne çevirilerinde Sabahattin Eyüboğlu’nun materyalizmle ilgili bölümleri neden atladığını sorduğunu anımsatıyor.  Bir de 1993 açlık grevlerinde sanatçılar arasındaki “ölümler olmasın” kampanyasına imza vermeyenlerin bahanelerini yazıyor. Bildiri mücadelesine karşıyım diyenler mi, metni beğenmeyenler mi, devletten bir şey talep etmem diyenler mi? Hepsi var; tıpkı günümüzdeki gibi.

Erbil’in kitaplarına kitap mekanımda bir yer bulamıyorum. Önceleri Fikret Otyam’ın renkleriyle, Ferit Edgü’nün estetiği arasındaydı. Okudukça daha radikalllerin, Orhan Kemal’lerin, Yılmaz Güney’lerin yanına aldım. Bu sadece dünyaya bakışıyla değil, dildeki radikalizmiyle de ilintili. Ahmet Arif’in duygularını çok iyi anlıyorum.

SWANN’IN BİR AŞKI. Ventouil’in sonatı kitapta önemli bir yer tutuyor. Leyla Erbil Zihin Kuşları’nda yıllar boyu Ventouil’in bu sonatının peşine düştüğünü anlatıyor. Üstelik Bilge Karasu da bu işe soyunmuş ama o da başarısız olmuş. Her ikisi de Paris’te notacıları dolaşmışlar bulabilmek için ama bırakın sonatı bulmayı Ventouil’in yaşayıp yaşamadığını bile öğrenememişler.  Swann’ın Bir Aşkı’nı kaç kez okudum bilmiyorum ama en az üç tanesini anımsıyorum. Bir seferinde ben de kim diye çok meraklanmıştım ama bunu Paris’e gitmeye kadar vardırmamıştım. Doğrudan konuya girdim ama Proust’u tanıtmayı asla düşünmüyorum; bu sütunu takip edenlerin önemli kısmı zaten okumuştur diyorum; geriye kalanların da okuma planları içerisindedir veya olmalıdır.

-Swann’ın Bir Aşkı. Marcel Proust. Bendeki Can Yayınlarından Tahsin Yücel çevirisi. Yapı Kredi’den de basıldı. Etiket fiyatları 15-32 TL.

Bu kitapta her seferinde yeni bir şeyler buluyorum; bu kez bazılarının kaybetmemek için ödünler verdikleri küçük iktidar alanlarının, başkaları için yeni hareket alanlarını ortaya çıkarttığı ve insan davranışlarındaki irrasyonalitenin tümdengelimde olduğu yani önce karar verip sonra nedenlerini ürettiği noktalarına takıldım. Bence her şey rasyonel olsaydı yaşam çok sıkıcı olurdu ve ne roman ne müzik, sanat adına hiçbir üretim olmazdı.

Neyse, klasiklerin özgüveni, bazen aşırı bile olsa, beni büyülüyor.                                                                   

GORIOT BABA. Bu özgüveni biraz daha hissedebilmek için yine Fransız klasiklerinden, yine Tahsin Yücel çevirilerinden devam edeyim dedim ve Balzac’ın müthiş “İnsanlık Komedisi” ne en uygun giriş romanı olabilecek Goriot Baba’yı seçtim. Emin değilim ama ilk okuyuşumun üzerinden kırk yıldan fazla zaman geçmişti. Bu kez Goriot dışındaki diğer karakterler daha fazla ilgimi çekti; zaten bir kısmını diğer romanlarından da tanıyordum: olağanüstü bir zenginlik olduğunu gördüm. İlk okumada bunun ayırdında olduğumu anımsamıyorum.

-Goriot Baba. Honore de Balzac. Bendeki Can Yayınlarından Tahsin Yücel çevirisi ama kitapçılarda farklı yayınevlerinden, farklı çevirileri var. Etiket fiyatları 10-33 TL arası.

Kendinizi olaylardan kurtarıp kitaba daha bütüncül baktığınızda yazarı daha net görebiliyorsunuz ve taşlar yerine oturuyor. “Hiçbir şey tek parça değildir bu dünyada, her şey mozaiktir” sözü daha bir anlam kazandı bende, Balzac değerlendirmesi açısından. Kitapta kadere yer yok, olayların maddi temelleri var. Kapitalizmin dönüşüm sancılarını, bir yandan her şey satılıktır yaklaşımı yerleşirken diğer yandan aristokratik değerlerin sürmesini ummak; ikisinin bir arada sürmesinin olanaksızlığını görememek ve buna her koşulda ezilenlerin açısından yaklaşmak ve bunu romanlaştırmak. Deha böyle bir şey olsa gerek: “Burada yalnızca alçakça cinayetler işleniyor”.  

ASILAN ADAM.   Orta düzeyde bir Amerikan (ABD’yi kastediyorum) romanı çok azdır; ya çok iyi olurlar, ya da çok satanlar tarzında ve kötü. Sanırım Amerikan yazınının kalıtsal soğukluğu bu kategorizasyona yol açıyor. Ancak orta düzeyde olsa bu kitapların iyi yanı Amerikan kırsalı, Amerikan yoksulları açısından geleceğe belge bırakmaları, bir tür tanıklık yapmaları.

Davis Grubb’ın hangi romanının çevirisi olduğunu bulamadım çünkü biyografisindeki listede Asılan Adam ismine yakın bir kitabını göremedim. Anladığım kadarıyla Türkçeye tek çevirisi bu ve esas olarak kısa öyküler yazıyormuş. Bunları şunun için anlatıyorum, eğer bu kitap ilk romanıysa, yazılan türün değiştirildiği ilk yapıtta bunlar görülebilir. Üstelik çocuk karakter yazmanın da ayrı bir zorluğu vardır.

-Asılan Adam. Davis Grubb. Roman Yay., Çev., Zeyyat Özalpsan, 1969. Baskısı yok, sahaflarda 1-30 TL arası.

Ne olursa olsun, Erbil, Proust ve Balzac’tan sonra iyi olmadı; dozu azaltarak ilerlemeliydim.

AĞ. Doz sorunu için ideal bir çözüm, Iris Murdoch’un bu ilk romanıymış. Londra’nın entelektüel bir kesimini sürükleyici ve ironik bir üslupla anlatıyor yazar; sanırım otobiyografik öğeleri de fazlasıyla içeriyor ama herhalde ilk roman için olağan sayılmalı. Romanın ana karakteri bir çevirmen. Çevresindeki oyuncu, müzisyen, felsefeci, yazar, sosyalist militan vs. ile renkli bir Londra ile karşılaştım. Daha da önemlisi, bence, entelektüalite gerektirmeyen iş yapanlardaki entelektüel düzeyi çok iyi anlatmasıydı. Ancak yine de kimi karakterlerin ete kemiğe bürünmesi eksik kalmış gibi geldi bana. Bunu söylemek okura düşmez belki ama acaba paralel kurgu olsaydı daha mı güzel olurdu demekten kendimi alamıyorum.

-Ağ. Iris Murdoch. Ayrıntı Yay., Çev., Nihal Yeğinobalı, 2. Baskı, 2012. Etiket fiyatı 25 TL.

Dediğim gibi, elbette bir Balzac veya Proust değildi okuduğum ama dozu yavaş yavaş düşürmek için Grubb’dan önce okumalıymışım.

Evet, “kısa kitap notları”nın uzamaya başladığını farkındayım ama on kitap için de daha azı olamazdı gibi geliyor bana. Yalnız son olarak şunu söylemeliyim, böyle yazmayı sevdim; sanırım tekrarlayacağım.   

   


1https://www.izgazete.net/kultur-sanat/tugrul-keskin-den-yeni-kitap-kavil-h29631.html

2https://ilerihaber.org/yazar/ykked-yayinlari-98362.html

3https://ilerihaber.org/yazar/tongucun-enstituleri-97682.html