Kime ve neye sol diyeceğiz?

“Sen şimdi ona solcu mu diyorsun?”

“Dediğin şeyin solculukla ne alakası var?”

Bu minvaldeki tartışmalar alıp yürüdüğünden şu “sol” ve “solculuk” kavramlarına biraz eğilmek yararlı olabilir.

Tekrar olacak, ama sakıncası yok: Kapitalizm, bir üretim tarzı olarak toplumlara yerleştiğinden bu yana insanlarda kendiliğinden tepkilere ve özlemlere yol açmıştır. Öyle “bir seferlik” de değil; bu üretim tarzının her yeni dönemi yeni arayışları da beraberinde getirmiştir.

Kapitalizmin tetiklediği, büyük ölçüde kendiliğinden talepler, özlemler ve arayışlar iki düzlemde ele alınabilir. İlki, emek-sermaye ilişkileriyle ve bölüşümle, ikincisi ise toplumsal-siyasal yaşamla ilgilidir. İlk düzlemdeki gelişimin sonucu, sendikal örgütlenmeler, ekonomik olanların ağır bastığı hak talepleri ve toplam gelirin “daha adil” paylaşımına yönelik mücadelelerdir. Bir siyaset tarzı olarak “ekonomizm” ve “sendikalizm” de buradan türemiştir.

İkinci düzleme gelince; burada Rousseau’dan bu yana söz konusu olan, Devlet erki, siyasal rejim, siyaset kurumları ve toplumsal yaşamın kuralları bağlamında gündeme gelen yurttaş hakları ve özgürlükleridir. Hak ve özgürlük arayışının, bu çerçevedeki tepki ve özlemlerin kendiliğinden karakteri, ifadesini liberal eğilim ve yönelimlerde bulur.

Şimdi, birinci düzlemde emeğin çıkarlarının, ikinci düzlemde ise hakların ve özgürlüklerin gözetilip savunulması, solu, sol duruşu ve solculuğu tanımlar.

Kısacası, solun öyle “geniş” falan değil gerçek tanımı budur. Sol ve solculuk budur ve bu geniş alanı şu ya da bu gerekçeyle “daraltmanın” herhangi bir anlamı yoktur.

Sonuçta, kendini Marksist-Leninist, komünist olarak tanımlayanlar, bu geniş sol alanın daha dar ama nitelikçe gelişkin bir kesimini oluştururlar. İçinde bulundukları alanın daha geniş kesimlerine açılmaya, bu alanın bütününü belirleyen başat siyasal güç olmaya çalışırlar.

Ne var ki, egemen sınıflar da kendi siyasetleri ve ideolojileriyle aynı alanda egemen olmaya, en azından bu alanı kendi denetimleri altında tutmaya çalışacaklardır. Bu durumda, birbirine karşıt iki siyasal gücün, en başta özgürlükçülük anlamında ”liberallikle” tanımlanması gereken geniş bir alan üzerinde rekabete tutuştuklarını söylemek mümkündür.

Bu rekabette ya da mücadelede komünistler, egemen sınıfların, toplumun geniş kesimlerindeki özgürlükçü arayışları hesaba katarak, bunları belirli sınırlar içinde tutmak amacıyla geliştirdikleri liberal ideolojik ve siyasal yapılanmalara karşı elbette ikirciksiz bir mücadele verirler. Burası kesindir de, komünistler, kendiliğinden ve kitlesel ölçekteki özgürlükçü (bu anlamda liberal) yönelimlerle egemen sınıfların kimi zaman ağırlık tanıyabilecekleri liberal ideolojileri birbirine karıştırmazlar. Hele hele bunlardan ilkini salt ikincisinin etkisine ve nüfuzuna bağlama, onun eseri sayma gibi bir hataya hiç düşmezler.

Başka bir deyişle, komünistler, geniş kesimlerdeki kendiliğinden özgürlük arayışlarını ve bunun öznelerini “sol” sayarlar ve bu solda bire bir kendi standartlarını arayamazlar, bu anlamda “seçicilik” yapamazlar.

İsterseniz, 2013 Haziran’ın da yaşananları bir de bu gözle değerlendirelim. Sokaklara dökülen insanlar ne istiyorlardı, neye özlem duyup neye tepki gösteriyorlardı, bunları yeniden düşünelim.

Bu istek, özlem ve tepkiler “sol” muydu değil miydi, bunu da değerlendirelim.

Bu insanların herhalde yüzde 90’ı modern toplumların tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu; işçi sınıfının kurtuluşunun tüm insanlığın kurtuluşu olacağını; emeğin bir meta olmaktan çıkarılması gerektiğini; proletarya diktatörlüğünün sınıf mücadelelerinin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkacağını vb. bilmiyorlardı.

Bunları bilmediklerine göre yoksa “solcu” değiller miydi?