Kaçmayın biz dostuz!

2001 bankacılık çöküşü ve 2008 “teğet krizi” gibi değil. Her iki dönemde de çok sıcak olan ekonomi duvara çarptı, kur otomatik dengeleme mekanizması olarak işlev gördü, zararlar yazıldı. Döviz borcu yükselince sermayesi eriyen şirketler battı. Cebinde nakit sermaye kalan patronlar batıkları kapatıp yola devam ettiler. İlkinde şok çok sert ve küçülme tarihiydi. Ama her ikisinde de kalan sağlamlarla ve yeniden başlayabilenlerle, birkaç çeyrek içinde yola devam edilebildi.

İlkinde IMF ve tüm dünyanın önce Kemal Derviş, ardından AKP için açtığı kredi, ikincisinde ise para bolluğu çok etkiliydi. Birbirlerinden farklı özellikler taşısalar da, ikisi de hızlı çıkılan krizler oldu. Bu kez siyasi sorunların ağırlığı nedeniyle ekonomik-siyasi kriz iç içe görünüyor. Trump zaferi nedeniyle dışarıda da az çok bu görüntü hakim.

Peki hükümetin verdiği refleksin haklılık payı olabilir mi? Ekonomide bir saldırı mı var? Cehaletin önemli sendromlarından biri kendini dünyanın merkezinde görmektir. Halbuki birçok ülke benzer süreçlerden geçti ve geçiyor. Emperyalist sermaye bazı icraatları beğenmiyor, bilet kesiyor. Yeni anlaşmalarla yeni krediler açıyor. Küresel kapitalizmin vakayı adiyesi bunlar.

Ama Türkiye özelinde 2013’te tamamlanan “kredi tüketme” süreci sonrasında aslında karşımızda AKP ‘ne yapsa yeni kredi açamayacaktı’ tablosu var. Para bolluğunun yarattığı kaynaklar betona ve özel sektör borçlanmasıyla krediye, tüketime aktarılmıştı. Hem verimlilik, hem de cari açıktaki artış başına üretim artışı oranı hızla düşüyor, işsizlikteki yükseliş kaçınılmaz hale geliyordu. Hizmet sektörüne daha fazla istihdam emdirmek imkansız hale gelmişti.

Normal koşullar altında soğuma devam edecekti, hükümeti sandığa kolay gidemez hale getirecekti. Hatta iktidarın kendi yaptığı yoklamalar ışığında başkanlık sistemi konusunda bile kendi seçim tabanını ikna operasyonlarının başarısız olduğu görülüyordu. Çelmelenme görüntüsünün bu konjonktürde Saray'ın işine çok yarayacağını daha önce çeşitli kereler ifade etmiştim.

Krizin politikleştirilmiş, sertleştirilmiş ve sonuçları üzerinden yeni operasyonlara başlanacak bir kıvama getirilmek istendiği ortada. TL’deki zayıflama durdurulsa bile bu yazı yayınlandıktan bir gün sonra açıklanacak önlemlerin finans sistemini zorlamak ve şişirmekten öte yeni açılımlar yaratmayacağı anlaşılıyor.

Para birimi sürekli düşen bir ülkenin başındaki kişi, her iki günde bir faizin inmesi lazım diye demeç veriyorsa, para biriminin daha da zayıflamasını istiyordur. ‘Reisçi’ olmaması şartıyla, yerli yabancı istediğiniz iktisatçıya sorabilirsiniz. Kasıtlı olmama ihtimali vardır (daha az vahim değildir); ama neden sonuç ilişkisi sarihtir.

Normaldir, tıpkı 15 Temmuz'da yaşandığı gibi, kriz ortamında kontrol edilebilen kimi faktörler vardır ve hayatta kalan iktidar olağan şekilde bunlardan yararlanmayı bilir. Önemli olan muhalefetin ne yaptığıdır. Krizin iktidar fırsatına çevrilip çevrilmediği çoğu kez muhalefetle ilgilidir.

Diğer yandan şu aşamada "kur hareketi durdu, ucuzlayan TL, Saray tarafından memlekete daha etkili sermaye getirmek için kullanılacak" diyemiyoruz. Bunun iki nedeni var: Hükümet icraatlarının Türkiye'yi kapitalistler için giderek daha güvensiz ve istikrarsız yapması ve global koşulların uluslararası sermayeyi eskisine oranla daha fazla 'anavatanları'na yatırım yapmaya davet etmesi…

En önemli global farklılık, ABD'de başlayan ve "great rotation" (büyük rotasyon) adı verilen tahvil satış - hisse senedi alış dalgası. 9 Kasım'da başlayan hareket, 10 yıllık tahvillerinin faizini yüzde 1,75'ten 2,5'a fırlattı. Zaten daha önceki süreçte dört aydır yükseliyordu. Faizler geçtiğimiz temmuz başında yüzde 1,32 ile rekor düşük bir seviyeyi görmüştü. Tahvillere satışın nedeni Trump hükümetinin vergi indirimi ve altyapı yatırım hamlesi yaparak kamu maliyesini sarsacağı ve faizleri yükselteceği beklentisi.

Risksiz faiz adı verilen bu faizin yükselişi, sermayenin risk alma eğilimini azaltıcı bir faktördür. Daha doğrusu alacağı risk için istediği fiyat artar. Paranın patronuysanız, Türkiye'de yatırım yapmak için kur riski, siyasi risk, hukuki risk, pazar riskleri alır, bunlara katlanmak için isteyeceğiniz ek kârlılığı üst üste toplarsınız. Örneğin sadece 10 yıllık kamu borçlanma tahvili alarak diğer riskleri almadan kur riskiyle ve ülkenin toptan borcunu ödeyemez hale gelmesi riskiyle yetinirseniz bile hesap ortada: Uluslararası sermaye, bunun için mevcut yüzde 2,5 ABD faizine ek olarak iki ülke enflasyon farkını (yaklaşık 6-7 puan) ve üzerine iki puan ek faiz istemektedir. Yani yüzde 11 civarı. Bu, görece düşük bir fiyattır ve yükselmemesi, likiditenin henüz hâlâ bol olduğunu ve uluslararası sermayenin risk alma iştahının sadece kısmen körelmiş olduğunu göstermektedir.

Bir patron olarak Türkiye'de yapacağınız her yatırımın kazancı ancak yüzde 11 ve üzerine hukuki risk, siyasi risk, pazar riski gibi bir takım ek risklerle birlikte, mesela yüzde 15 civarına çıkarsa attığınız taş, ürküttüğünüz kurbağaya değebilecektir. Bugün mali sermayenin Türkiye'deki özkaynak kârlılığı 11-12 puan olarak hesaplanmakta. Yani bu eşiğin çok altında!

Bu kaba hesap, sermayenin ülkeden kaçmaya eğilimli olduğunun en önemli işaretidir. Global riskler, ülke riskleri, kârlılık sorunu... Daha pazar sorununa gelmedim bile. Seneye gümrük birliğinden çıkıp çıkmayacağı belli olmayan bir ülke...

Türk Lirasını bu zemini kuvvetli kaçış eğilimine karşı savunmak zorunda olanlara kolaylıklar diliyorum. İşaret ettiğim tablo, TL tutma ve yerli malı kampanyalarının ötesinde çabaları gerektiriyor. İşte sermayeyle iktidarımız arasındaki 14 yıllık uyumun zırt demeye başladığı yer burası. Önlem paketini gördükten sonra biraz daha ayrıntıya inebiliriz. Ama 2013’ten itibaren zaten ağır ve uzun bir krizde olan bir ekonomiye böyle bir şok yaşatılmasının siyasi planda hem nedenleri hem de sonuçları çok özgün olabilir diye düşünüyorum.

twitter.com/ErgunCagl