Issız adam

Erdoğan’ın 29 Ekim’de “halk”ı Saray’ının balkonundan selamlaması sırasında görünenler sefil bir hırsın, yalakalıkla şişinmenin karışımı bir pespayeliğin simgesi. “Halk” diye getirilenlerin, Gökçek’in talimatıyla organize edilen ve çoğunluğu Belediye’nin işletmelerinde çalışan işçiler olmasından tutun da “halk’”ın Saray’ın bahçesine bile sokulmamasına kadar her yerinden pislik akan bir şov.

Şovun en etkileyici sahnesi ve mizanseni ise, elbette, “halk”tan hem çok uzak hem de çok yüksekte konuşan “ıssız adam” olarak Erdoğan’ın kendisi. Zaten, böylesi bir şova ihtiyaç duyulmasının nedeni de bunu görünür kılmak. Yani “halk”ın Erdoğan’ı nasıl da sevdiğini ve kapısını aşındırdığını göstermek değil, Erdoğan’ın “halk”tan ne kadar uzakta ve yüksekte olduğunu gösteren piyesi sahnelemek amaç.

İyi de, 1 Kasım’daki seçimde partisinin oy oranını yükseltmek isteyen, bunun için de halkla daha sıkı fıkı pozlar vermesi beklenen birisi için bu sahne şovu garip değil mi? Çelişkili gibi görünüyor ama değil. Çünkü, Erdoğan, hem kendi muhayyilesinde hem de kanıksatmaya çalıştığı tahayyülde artık herhangi bir siyasetçi değil, diktatör konumunu temsil ediyor.

Dolayısıyla, bir diktatöre yakışır biçimde olağan işleyişin, normların, hukukun, ilkelerin falan dışında olması gerekir. “Halk”, tıpkı parlamento ya da yargı gibi, bu olağan düzenin bir parçasıdır, o halde “halk” ile belirli bir mesafenin de yaratılması ve korunması şarttır.

Ancak bu mesafe, “halk”ı yadsıyarak ya da dışlayarak değil, “halk” karşısında diktatörü yücelterek kurulur. “Halk”ın çıkarlarının en güçlü ve kararlı temsilcisi diktatörün kendisidir. Diktatörün mesafesi, “halk”ın çıkarlarının korunması için sahneye çıkmış kudretin yüceliği ile pekiştirilir.

O “halk” değildir, “halktan biri” falan hiç değildir. O, yüceliğini “halk”ın hizmetine sunmuştur sadece. Kendisini tanımlayan sıfat, hizmeti değil, yüceliğidir. Hizmet, bu yüceliği gösteren ve büyüten bir efekt olarak anlamlıdır.

Dolayısıyla, 29 Ekim’de gördüğümüz tablo, basitçe Erdoğan’ın “halk” korkusuyla falan ilgili değildir. Zira oraya getirilen “halk”tan korkması için bir neden olmadığını önceden bilecek kadar paranoyaktır zaten. Ama onun ihtiyacı olan şey, “halk”ın kendisinden korkmasıdır. Kendisinin yokluğundan korkulmasıdır.

Çünkü onun yokluğu, o yüceliğin “halk”ı terk edip göklere çekilmesi, kendisine seslenen yakarışlara kulağını tıkaması “halk”ın olağan dünyanın felaketleri, düşmanları ve kötülükleri karşısında savunmasız kalması demektir.

Normların kifayetsizliği ya da hukukun işe yaramazlığı karşısında, diktatörün yüceliğine, onun olağanın akışını kesip atan ilahi müdahalesine muhtaçtır çünkü “halk”.

Bu yüzden, “halk” Erdoğan’ın varlığından değil, yokluğundan korkmalıdır. Onun yokluğunun mal olacağı kan, gözyaşı ve acı en sapkın imgelerle teşhir edilmelidir. İnsanlar bombalarla havaya uçurulmalı, örgütler kokteyl edilip şeytanileştirilmeli, propaganda makinesinin sesi sonuna kadar açılmalı, yokluğu şöyle dursun iktidarı azıcık yıprandığında bile nelerle karşılaştığımız ibret vesikası olarak sergilenmelidir.

Ve tüm bu yıkıntının orta yerinde, diktatör, dimdik ayakta durmalı ve “halk”ı selamlayarak varlığını müjdelemelidir.

Uzaktan ve yüksekten.

Bir tanrısal varlık gibi, görünmeyecek kadar uzaktan ve yüksekten konuşmalıdır.

Çünkü aradaki mesafe, Erdoğan’ı sadece “halk”tan değil, esas olarak olağan işleyişten, normlardan, hukuktan da ayırmaktadır. Diktatör, kutsal bir sıçrayışla, “halk”ın ait olduğu olağan zeminden çıkmalıdır.

Ancak bu sıçrayışın, bir bedeli de vardır. Diktatör, yüceliğini ispatlamak için hukukun dışına çıktığı anda, kendisine işletilecek her türlü hukuku da ortadan kaldırmış demektir. Olağanın bir parçası olmadığını iddia ettiği ölçüde, olağan işleyişin normları ile karşılanmayacaktır.

Demek ki, bu düzenin de diktatörün de sonu siyasetin olağan zeminlerindeki mücadelelerle, mesela seçimle ya da parlamenter çoğunlukla gelmeyecektir.

İhtiyaç duyulan mücadele, tam da diktatörün yüceliğine, ait olduğunu iddia ettiği kutsal alana, sorgulanamaz sandığı iktidarına yönelen mücadeledir.

Görünen o ki, bu tür bir mücadele için gereken siyasal ve toplumsal enerji, kararlılık ve cesaret mevcut. Eksik olan ise, bunu hayata geçirecek ortak ve birleşik bir mücadele hattının kurulması.

Yarınki seçimin önemi öncelikle buradadır. 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri, diktatöre karşı birleşen halk mücadelesinin neler yapabileceğini göstermiştir. 1 Kasım seçimindeki sonuçlar da bu ortak ve birleşik mücadele hattının doğruluğunu bir kez daha tasdikleyecektir muhtemelen.

Öte yandan, yarınki seçim, diktatörün elinde avcunda ne varsa bir bir geri almak, kendini göklerde gören o egoyu yeryüzüne fırlatmak için de önemlidir. Gerilediği her santimin, ardında ele geçirilecek alanlar bırakacağı, bu alanları halk ele geçirmezse birilerinin gelip buralarda sefa süreceği bellidir. Verilecek oylara bu anlamda da sahip çıkılmalı, 2 Kasım itibariyle diktatörü alaşağı edecek bir mücadelenin sürekliliği, parlamenter rehavete terk edilmemelidir.

Diktatörle görülecek bir hesabımız var, bu daha fazla ertelenmemeli, silikleştirilmemelidir.

Yarın oy pusulasına vurulacak mühür, en kısa sürede Saray’ın kapısına da vurulmalıdır.