Hedefler ve kökenler

Türkiye siyasetinde sola duyulan gereksinimin gün geçtikçe arttığını ve açığa çıktığını söyleyip duruyoruz. Doğal olarak, bu tartışmanın bir boyutu da, solun bu gereksinimi karşılayıp karşılayamayacağına uzanıyor. Öyle ya, gereksinimin karşılanması için sadece var olmak yetmiyor, aynı zamanda o gereksinimi karşılamaya özgü bir donanıma ve hareketliliğe sahip olmak gerekiyor.

Açık ya da örtük, gönüllü ya da gönülsüz, solun yayıldığı alanın neredeyse tümünde yukarıda işaret ettiğimiz tartışmanın yürüdüğü görülüyor.

Bu durumun sonuçlarının ne olacağını kestirmek pek kolay olmasa da, ilk elden yapılabilecek olan, solun hala aranışçı dinamiğini ve heyecanını kaybetmemiş olduğunu görüp mutlu olmaktır.

Kuşkusuz, bir düzeyde kuramsal olarak saptanabilse de, bu aranış kendisini kimi özgül ve somut başlıklarda gösterecektir. Yine de, bu başlıkları açarken dikkat edilmesi gereken, deyim yerindeyse her bir başlığın içerisine oturulabileceği bir düşünsel zemin tarif edilmelidir.

Bu açıdan bakıldığında, solun en esaslı sorunu, aranışın güncel hedefleri ile tarihsel kökenleri arasındaki dengedir. Öyle ya da böyle, solun tüm kesimlerinde önümüzdeki dönemin gereksinimlerinin nasıl karşılanacağına dair bir mesai yürütülmektedir. Ancak bu mesainin hem zaman hem de enerji olarak büyük bir kısmı, hedefler ile kökenler arasındaki gerilime harcanmaktadır.

Gerilim ise şuradadır: Bir yanda yeni deneyimlere korku ya da kibir ile yaklaşıp dengeyi sürekli kökenlere doğru kaydırmak, diğer yanda kökenleri sıkıcı ya da işe yaramaz bulup dengeyi sürekli hedeflere kaydırmak.

Her iki tutumun anlaşılır nedenleri olması bir yana, son derece nesnel gerekçeleri de vardır. Dolayısıyla yürütülen tartışmanın, söz konusu gerilimi aşmak gibi önsel bir sorumluluğu da vardır. Aksi takdirde, herkes terazinin arzu ettiği kefesine sarılacak, ortaya çıka çıka bir tür kayıkçı dövüşü çıkacaktır.

O halde, hedefler mi kökenler mi tartışması, hedefleri ve kökenleri birlikte içeren bir bütünlüğe oturtulmalıdır.

Üstelik bu, ilk başta akla getirdiğinin aksine, basit bir ortalamacılık anlamına da gelmemektedir.

Zira, buradaki orta, Aristoteles’in terimleriyle söylersek, bir şeyin iki ucuna eşit olan uzaklığı değil, iki uç arasındaki doğru noktanın tam olarak nerede kurulduğunu ifade etmektedir. Diğer bir deyişle, orta, bir aritmetik ölçü olmaktan çok, doğruluğunu özündeki nitelikten alan bir değerdir.

Dahası, burada tarif edildiği biçimiyle orta, sabit bir nokta ya da mutlak bir varlık biçimi de değildir. Kendisini uçlara olan eşit uzaklığıyla ifade etmediği ölçüde, orta nokta, sürekli yeniden oluşan, her yeni bağlamda bir kez daha inşa edilmesi gereken bir dinamiktir. Bu anlamda, orta, ancak özgül bir bağlamda, zamanın ve mekanın özel koşullarında orta olarak değerlendirilebilir.

Son olarak, orta nokta, her iki ucun özelliklerini taşısa da, hiçbir yolla uçlardan herhangi birine indirgenemez. Orta, kendisinin aşırılaşmış biçimleri olarak adlandırılabilecek uçları kapsayarak, fakat bir yandan da varlığını söz konusu uçların varlığına bağımlı kılmayarak, özgün bir bütünlük oluşturur.

İsteyen bu ilişkiyi “içerip aşma” terimleriyle, isteyen de “süreklilik ve kopuş” terimleriyle anlatabilir. Varılan sonuç, hemen hemen aynıdır.

O halde, solun gündemindeki tartışmaya döndüğümüzde, ne her şeyin anlamını yitirdiği bir boşlukta olduğumuzu ne de hiçbir şeyin değişmediği bir katılaşma halinde bulunduğumuzu düşünmeliyiz.

Solun, sosyalist düşüncenin, marksist kuramın ülkemizdeki birikimi, uçlara savrulmadan, hedefleri ve kökenleri birbirine tercih etmek zorunda kalmadan, sola duyulan gereksinimin karşılanması görevini yerine getirecek gelişkinliğe sahiptir.

Ancak Aristoteles’in tartışmasının asıl önemli noktası şuradadır: Eğer orta nokta doğru bir biçimde saptanamazsa, uçları oluşturan unsurlar birbirinin karşıtı gibi görünmeye başlar. Eğer orta noktanın adı konamazsa, uçlarda olanlar birbirine karşıtlık içerisinde algılanırlar.

İşte o zaman, hedeflerin acilliğine vurgu yapmak için kökenlere saldırmak da, kökenlerin kıymetini göstermek için hedefleri küçümsemek de olağan davranış haline gelir.

Bugünün devrimci görevlerinin saptanması, diğer bir deyişle orta noktanın nerede kurulduğunun bilince çıkarılması, bu açıdan zorunlu bir başlangıç noktasıdır.

Başlangıç olmasından ise hayıflanma çıkarmamak gerekir.

Çünkü, yine Aristoteles’in dediği gibi, “başlangıç bütünün yarısından çoktur ve arananların çoğu başlangıçla birlikte görünür olur”.

Hani insanın diyesi geliyor ki, başlangıcı kökenlerine dayanarak yapan önünde sonunda hedefini bulur.