Hakikatler çatışması: Beka ve sefa

Seçim dönemi ilerledikçe adayların ve partilerin kampanya sloganları, vaatleri, tartışmaları, seçmenle diyalogları olağan görüntülere dönüşür. Çoğu zaman da bu karmaşa içinde ne olup bittiğini takip etmek kolay olmaz. 31 Mart seçimlerine giderken manzara bu kadar karmaşık değil. Evet, yine binlerce aday sahalarda. Ama bu defa görünen ve konuşulan bunlar değil, Erdoğan’ın bizzat kendisi.

Bu, elbette, tesadüfen oluşmuş bir tablo değil. Çünkü bir süredir olduğu gibi, 31 Mart seçimlerinde de aslında tek bir aktör ve tek bir sorun var: Erdoğan’ın kendisi ve onun beka endişesi.

İktidarın kişiselleşmesinin, bir tek adama indirgenmesinin, Saray Rejimi’nin kitle ayağının lidere daralmasının sonucu bu; ama aynı zamanda, “beka sorunu” olarak tarif edilen şeyin kimin bekasından ibaret olduğunun da en çıplak ifşası.

Kendi adaylarının ne toplumda bir karşılığı ne de yerel yönetimlerde bir başarı şansı olduğunu bilen Erdoğan, sahneye sürekli kendini sürmek, galibiyet için kendini oyunda tutmak zorunda. Ancak bu tek kişilik performans, “beka sorunu” söyleminin ima ettiği kolektivizmle de sonuna kadar çelişiyor.

***

Saray iktidarı, (referandum da dahil) son 5 yıldaki yedinci seçimine gidiyor. Bu kadar sık ve aşırı politize edilmiş seçim süreçlerinden sonra seçmene sunulacak, onu motive ve mobilize edecek yeni bir söylemin ve stratejinin yaratılmasının zorlukları var elbette. Ancak, 31 Mart seçimlerine giderken gözlediğimiz zorluk, bundan ibaret değil. Zorluğun başlıca nedeni, bu defa tüm hülyaları dağıtan ve uyur iken uyandıran bir kriz ve yoksulluk döneminde seçime gidiliyor olması.

Krizin dalga dalga büyümesi, enflasyonun üstüne stumplasyon diye bir şeyin çıkması, yurttaşların en temel ihtiyaçlarını karşılamaya dahi yetişememesi, tanzim satış kuyrukları, işsizliğin katlanılmaz hale gelmesi, ve daha bir çok örnek Saray’ın söylemindeki pembe alanları hızla griye boyuyor. Saray’ın hakikati ile toplumun hakikati, belki de hiç olmadığı kadar zıt görünüm arz ediyor.

Özetle, Saray iktidarı ne yaparsa yapsın, bir “pozitif” atmosfer ve seçim stratejisi oluşturamıyor. İktidarın şimdiye kadar kat ettiği mesafenin sonuçlarının alındığına, 17 yıllık iktidarın meyvelerinin toplanacağına geniş bir kamuoyunu ikna etmesi mümkün olmuyor. Bu açıdan, Saray iktidarı, hala yedi düvel tarafından kuşatılmış, iradesi kırılmış, önüne bariyerler kurulmuş, kısacası “mağdur” edilmiş bir görünüm ile bu mağduriyete karşı yegane seçenek olarak Erdoğan’ın liderliği biçimindeki formüle sıkışmış halde.

Beka sorunu, nihayetinde Saray’ın sefa sorununa daralıyor.

***

Hal böyle olunca, mağduriyet kartı yeniden masaya sürüldü. Ama bu defa, yıllarca posası çıkarılana kadar kullanılmış, tam da bu kadar sık kullanıldığı için artık bir hakikat kapasitesi kalmamış bu mağduriyet şovunun da suyu çıkarılarak.

Utanmayı geçtim, rezil olmayı dahi göze alarak koca koca insanlar kürsülerden neler söylemediler ki? Su faturalarını DHKP-C militanları getirecekmiş. 6 yaşındaki çocuklar mülki amirlere emir verecekmiş. PKK telsizlerinden CHP’ye destek mesajları geçiliyormuş.

Seçmeni beka sorununun ne kadar vahim boyutlara ulaştığına ikna etmek üzere dolaşıma çıkarılan bu sözlerin, arzu edilen etkiyi yaratamadığı ortada. Hatta, belki de tam tersi bir etki yarattığı da.

7 düvele diz çöktürmüş, ülkeyi melanetten ve zilletten kurtarmış, devleti dünya liderliğine çıkarmış bir iktidarın, kendisini bu kadar zayıf, bu kadar kırılgan, bu kadar savunmasız ilan etmesindeki çelişkiden söz ediyoruz. Seçimi kazanmayı propaganda eden, seçmeni galibiyet için seferber etmeye uğraşan bir söylem değil bu; kaybetmemeyi, eldekileri korumayı, maazallah bir kazaya kurban gitmemeyi vurgulayan bir dil.

Ve bu dil, bir yandan muzaffer bir iktidarın şişinmesini işaret ederken, bir yandan da iki dakikada defteri dürülebilecek bir iktidarın endişesini ima ediyor kaçınılmaz olarak. 17 yıllık şanlı ve görkemli iktidarın sonunda, artık bu zaferin nimetlerinin alınmaya başlanması gerekirken, aslında pek bir şey kazanılmadığını, eldeki kazanımların da pamuk ipliğine bağlı olduğunu, kazanılanları tek bir hamlede yutabilecek muhalefetin soğuk nefesinin hissedildiğini anlatmaya vakfedilmiş bu dil, ister istemez bir başarısızlık ve beceriksizlik gerçeğinin altını çizip duruyor.

Dikili bir ağacı bile olmayan, iki koyunu bile güdemeyecek muhalefetin, alemin dizlerini titreten Reis’i bir fiske vuruşuyla tepe taklak edebileceğini söyleyip durmanın da bir sınırı var çünkü.

***

Saray’ın söylemindeki bu paradoksun yarattığı çatışma, yani hakikatlerin çatışması, sadece söylemsel düzeyde kurulan veya mantık çelişkilerinden beslenen bir çatışma değil. Bu çatışma, karşı karşıya gelen hakikatlerin sınıfsal zeminine dayanıyor.

Saray ahalisinin meydan meydan gezip kendi iktidarlarını korumaya çağırdığı seçmenin, aynı zamanda tanzim satış kuyruklarında titremesi, katlanılmaz hale gelen işsizlik nedeniyle canına kıymak için sıraya girmesi, kafasına atılan çay poşetlerinin hiçbir derde deva olmadığını bilmesi; böyle olduğu için de car car bağırılan “beka sorunu”nun hakikatiyle rabıta kuramaması sözünü ettiğimiz sınıfsal zeminin ta kendisi.

Saray’la gerçekten kavga etmek, onu gerçekten yenmek isteyenlerin ayaklarını basması gereken zemin de işte burası.