Geleneğin ve geleceğin prizmasında semboller ve değerler

Eleştirel düşünce kadar olmasın, solumuzda sembollerin, simgelerin, amblemlerin, değerlerin vb de belli bir yeri vardır. Olmaz mı hiç, olacak tabii…

Ama daha önemlisi, ikisi arasındaki ilişkiyi kurabilmektir galiba. Eleştirel düşüncenin; sembollerin, değerlerin vb oluşumuna/gelişimine katkı sunabilmesi, onları besleyebilmesi, değiştirip dönüştürebilmesi yani.

Bir soru önce: Sol, en ileri olanı temsil etmez mi?

Bu basit soru ışığında başka sorular; sembollerimizle ileriye ve geleceğe ne kadar işaret edebiliyoruz acaba? Yarınları inşa edebilecek, gelişmeyi, eşitliği ve özgürlüğü getirecek gücün “biz” olduğumuzu ne derece anlatabiliyor; gelecek vadeden hangi somut işaretleri gösterebiliyoruz?

Semboller, tarihi değerlere ve mirasa yaslanabildiği kadar, bugünü temsil ettiği ve geleceğe taşınabildiği, geleceği oluşturacağını iddia edebildiği/gösterebildiği ölçüde (daha) anlamlı değil mi?

Geçip gitmişler kimileri. Miras olmuşlar. Bugüne de simge değerleriyle taşınmalılar. Tarihimizde ve hafızamızda canlı kalmalılar. İyi.

İyi de, “bugüne vurup yarını kuracağız” biz! Gelecekte ne var peki? Nasıl bir geleceği beraber var edebiliriz? Geleceğin eşit ve özgür toplumunda, bilimde ve sanatta neleri paylaşabiliriz? Bugünkü (çevresel ve akli) tahribatın karşısına doğanın ve bilimin hangi güçlerini ve nasıl koyabiliriz? Düşünceler, hayaller, kurgular, kurmacalar arasında... ileri, daha ileri, hep ileri…

Soldaki partilerin sembolleri, ilgi çekici. Daha çok, geleneği, mirası, geçmiş kavganın değerlerini bugüne taşımaya eğilimli. Denebilirse, “fütüristik” yönleri zayıf.

Durun hele, “Fütüristleri de gördük biz. İtalya’da, Rusya’da önce sol düşünceye meylettiler, sonra sağa kaydılar, hatta faşist oluverdiler” diye girişmeyin hemen! Mesele o değil… “Hah, birazdan geleneği inkar etmeye başlayacak” diye kıllanmanıza da gerek yok. Yenilikçilik, gelenekçilik tartışması da değil asıl mesele…

Bir müzik albümü ve edebi bir yapıt getirdi bu serbest düşünceleri aklıma benim de. Albüm,  saksafoncu Anthony Braxton’a ait. Geleceğin formlarını ve seslerini arayan, sınırları hep zorlayan birine... Gayet “serbest” yani! Üstadın, yine çok usta müzisyenler olan davulcu Milford Graves ve basçı William Parker ile uçuşa geçtikleri harika bir kayıt var. “Beyond Quantum” (Kuantum Ötesi) diye. 

Kuantum çağında, onun da ötesini düşleyen, bu düşü notalara döken, özgün ve özgür bir buluşma. Beş farklı “doğaçlama” ya da “miting”den ibaret. Farklı nefesler ve ritimlerle bağlanıyor bu buluşmalar/konuşmalar birbirine. Başka bir kavuşmaya işaret ediyor bütününde. Son bir dokunuş ve çığlıkla birlikte, ayrılığa uzanıyor sonra. Müzik öncesinden, müzik ötesine.

Fiziki varlıklarını sorguladığımız parçacıklara dair bilgilerimizde ve bilimde yaşanan gelişmeler, bütüne dair bakışımızı, algımızı nasıl değiştiriyorsa, müzikte de bunun yansımaları var galiba. Evrendeki bir büyük patlamayı ve ona yol açan en küçük parçacıkları araştırırken insan evladı, diğer sanatsal, düşünsel üretimlerine de yansımaz mı bu araştırma? İçerik ve biçim örtüşüyor; albüm kapağı, amblemi, sembolü vb kuantumu ve ötesini, bir esin kaynağı ve değer olarak öne çıkarıyor burada. Bağzı öncü akıllar, müzikal olarak da, düşünsel olarak da hep ileriye ulaşmaya çabalıyor. 

Romana birazdan geçeriz. Solumuzdaki partilerle, örgütlerle ilgili biraz önce açtığımız parantezi kapatalım önce.

Yine bir soru evvela: Sol yapılar, topluma öncülük yapmak derdinde değil mi? Madem öncülük yapılacak, öncü müzikteki gibi çıkışlar gerçekleştirmeyecek mi; geleceğe dair kurgularını çağıracak/çağrıştıracak değer ve semboller de geliştirmeyecek mi?

Dünyanın en ileri birikimini temsil eden ya da bu iddiayı taşıyan, ufku geniş, bastığı toprakların en ileri hareketini yaratma iddiasındaki yapıların; mücadele geleneklerini yaşatan sembollerin ve değerlerin yanı sıra, örneğin kuarkları, bozonları vb. de bu değerlerin arasına katmaları gerekmez mi? Uçmuşken tam uçalım: Soldaki bir siyasi akım/yapı, kendisini anlatan sembollerden biri olarak ya da bayrağındaki “görsel ögelerden biri” olarak, Anthony Braxton’un albüm kapağındaki fotoğrafı seçseydi olmaz mıydı yani?!

Zamanında, sosyalizmin “ileri” kalelerinden Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (nam-ı diğer “Doğu Almanya”) bayrağına, matematiği/bilimi, “pergel” simgesiyle katması dışında, hep aynı semboller etrafında dönüp durmadı mı bu sol/simgesel dünya? Malum, “orak”la çalışan köylü pek kalmadı, fabrikalarda “çark”lar dönse de “çekiç”le işini yapan işçilerin sayısı da azaldı, “başak” ekmekle birlikte temel ihtiyaca işaret etse de, yine gerilemekte olan tarıma meylederken, geleceği ve uzakları biraz olsun temsil etmek sadece “yıldız”a kaldı. O da pek bize özgü değil, her yerde var zaten! (Devrimci Yol’un yıldızın yanına yumruğu eklemesi, sokaktaki kavganın sıcaklığına dair bir güzellik tabii.  Bu örgütsel geleneğin tarihine uzanan anı kitaplarında, yumruk simgesinin ortaya çıkışı anlatılırken Selçuk Demirel’in adının yanında Sinan Çetin’in de geçmesi ise üzücü. Yanlış hatırlamıyorsam, o günlerdeki “yıldız” etkisinde, Ho Chi Minh’in parlayan yıldızının payı da anlatılıyordu bir de.)

Evet, semboller geçmişi, tarihsel mirası ve bağlantıları da temsil etsin ama asıl olarak bugüne vursun, geleceği kursun, o yüzden gelecekten de seslensin bize. 

Romana geçebiliriz artık. Gelenek’ten gelen, Gelecek’ten seslenen bir romana.

Aziz Hatman’ın, ilk bölümlerinde “elmanın kokusu mu, kendisi mi” (*) diye takılarak ilerlesem de, ortasından itibaren ilgi ve keyifle okuduğum romanı “Son Teşebbüs”te de, bu konu etrafında dolanmamıza yardımcı olan çağrışımlar var. Her şeyden önce bu ilk roman, polisiye olarak lanse edildi ama illa bir “kategorileştirme” gerekiyorsa daha çok bir bilim kurgu yapıtı ya da ütopya olduğu söylenebilir sanırım. Yer yer Stanislaw Lem’in, yer yer Ursula K. Le Guin’in “sorun alanları” etrafında da dolaşan ama asıl olarak “bizim gelenek”i ve bitmek bilmez soru(n) alanlarını deşen bir yapıt.

Geleceğin eşitlikçi/özgürlükçü toplumundan, geçmişin tortuları ve yüklerinden, halen efendi-köle diyalektiğiyle devinimini sürdüren “tarih öncesi”ni sona erdirip “gerçek tarih”e geçebilmekten, “tarih öncesi”ni canlandıracak tehditlere karşı mücadeleden, devletin ve siyasetin sönümlenmesinden vb bahseden edebi bir kurgunun, geçmişin ve geleceğin sembollerini/değerlerini de tartışması, gayet “normal” tabii.

Kitabın ritmini bulduğu, “elmanın kendisinden çok kokusunun yayıldığı”, diyalog ve tasvirlerde gelecek atmosferinin esaslı bir şekilde canlandırıldığı bölümlerden birinde anlatılan, “geçmişin sembolü”, Kuzguncuk tepelerindeki altından güneş heykeli de, bunlardan biri. Paranın, parasal ilişkilerin, takı ve değerli taşların, dolaşımdaki paranın karşılığı ya da eş değeri olarak tutulmak zorunda olan “altın” rezervinin yok olduğu ya da hiçbir anlamının kalmadığı bir dönemde, dünyadaki bütün altınları eritip, yüksek bir tepeye göz alıcı bir altın güneş dikme hayalimiz (Hatman’ın hayali ama kolektif tabii) çok güzel değil mi?

Madem, yıkacaklarımızla ve yapacaklarımızla, geleneğimizle ve geleceğimizle, bir süre yaşatıp sonra yok etmemiz/sönümlendirmemiz gerekenlerle...  “kararsız / karmaşık / çelişik / diyalektik / tehlikeli” özneleriz; sembol ve değerlerimizde de bu özelliğimizin izlerini görebilmeliyiz. Gelecek hayalinin izlerini bugüne düşürebilmeliyiz.

Aziz Hatman’ın “Son Teşebbüs”ü bu ve benzer sorun alanlarına, bıçak ve hayal darbeleriyle yüklenen bir roman. Bugünü sorguluyor, geleceği kurguluyor.  Gelecekten haberler veriyor. Geleceğin sembolleri nasıl olmalı ve bugüne nasıl yansıyabilir, aklımıza getiriyor.  

Gelenekten gelip, geleneği aşıp,  geleceğe uzanan değer ve semboller üzerine siz ne düşünürsünüz peki?

Bugün birçok sembolü ve değeri içinde taşıyan “anıt” bir yapının yıkılmış, paramparça edilmiş haline...  onun bu taş yıkıntıları arasına saplanmış “cinayet” yahut “yaşam” aleti, demir çubuklara...  ve böylelikle oluşturulmuş son bir “anıt mezar”a ne dersiniz?

“Haaaaaa-yır” demeden önce, okuyunuz bence…

___

(*) Edebi eserlerde, “kuram”ın, “teorik/kavramsal belirlemeler”in ya da “siyaset”in yerinin ne olması, ne kadar olması gerektiğine dair marksizan tartışmalarda, “elmanın kendisini/varlığını değil de kokusunu hissetmenin yeterli olduğu”na dair bir görüş vardır, sakallı büyüklerimizden birinin geliştirdiği, ona nazire!