Gazetecilik, istihbarat ve Cumhuriyet

Gazetecilik meşakkatli bir uğraş. Gerçek gazetecilikten söz ediyoruz tabii. Neden mi zorlu? Her şeyden önce, haber konusunu etraflıca araştırma, konuyla ilgili kişilere etkili sorular yönelterek meseleyi çok yönlü sorma/sorgulama işi. Daha sonra, ilk elden ulaşılabilen ilgili kişiler dışında mümkünse özel kaynaklara uzanma, farklı ve karşıt kaynakları karşılaştırma, meselenin esasına yahut gerçeğe ulaşma çabası içerisinde bu kaynaklardan gelen bilgi ve görüşleri objektif biçimde belli bir akışa yahut senteze ulaştırma işi. Ardından da bu sentezlenmiş bilgi ve görüşleri, anlaşılabilir, özlü ve mümkünse çarpıcı bir dille, güçlü başlık, arabaşlık, spot ve metinlerle “rapor etme” (gazeteci/muhabir, İngilizcesiyle “reporter”dır) sanatı. Kolay değil yani. 

Bunu yaparken, kurcaladığı/sorguladığı konular dolayısıyla iktidar(lar)ı rahatsız etmesi ise neredeyse “doğasında” var.

İktidara karşı hep mesafeli olmak durumunda. Elbette iktidar kaynaklarından da istihbarat alacak ama asla onunla sınırlı kalmayacak. Resmî görüşün karşısında neler var, haberine onu da katacak. Objektif olacak. Bir haberin teşkil etmesi için gereken tüm soru ögelerini -şu ünlü 5N ve 1K- “raporu”nun içine muhakkak yedirecek (Yoksa haber teşkil etmez ki!). Özel bilgi ve istihbarat alıp diğer habercilerden farklı bir şey ortaya koymak ya da bir haberi ilk kez gündeme taşımak da (haber atlatmak); önemli bir diğer ayrıntı yahut artı...

Yine bu “rapor”unu oluştururken, o raporla sorguladığı ya da açığa çıkarmaya çalıştığı gerçeği gizlemeye çalışan (iktidar ya da harici) kesimler de gazetecinin karşısındalar: Belli çıkar grupları, önemli sırları gizleyenler, mafya, rantçılar, dolandırıcılar, tekerine çomak sokulan sermaye kesimleri, bürokrat tanıdıkları sayesinde yasaları by-pass edenler, hızlı yükselen tarikatlar, kenti ve çevreyi yağmalayanlar vb. vb.  Bu durumda, bu kesimler tarafından gizlenen gerçeğin üzerindeki tül ve tozları kaldırmaya çalışmak da gazeteciliğin bir diğer önemli işlevi, görevi. 

İlk haberin ardından da haberin takibi var. Aynı titizlik ve kapsamla, haber konusuyla ilgili gelişmeleri sürekli izleyerek, yeni kaynak ve bilgilerle destekleyerek, fikrî takiple yeni gelişmeleri duyurmaya devam etmek yani. Kamuoyunu gelişmeler konusunda sürekli bilgilendirmek…

Borazanlar, yandaşlar ve suya sabuna dokunmayanlar dünyasında, pek “hazmedilebilir” şeyler değil yani bunlar. Ama gerçek gazetecilik böyle bir şey işte...

Küçük ve kişisel bir parantez açacağım izninizle. Üniversite mezuniyetinin ardından, 1993-2000 yılları arasında gazetecilik yaptım. Kendi adıma, ekonomi basınındaki PR ağırlıklı dandik gazetecilik bir tarafa, gerçek gazeteciliği bir tek 1996-97 yıllarında Cine 5 döneminde, Metin Münir’in koordinatörlüğünde haberciyken yaptığımı söyleyebilirim. İngiliz ekolüyle yetişmiş liberal bir gazeteci olan ve Türkiye’de kendisi gibi Kıbrıslı Asil Nadir’in patronluğundaki gazetelerin (eski Güneş) yayın yönetmenliğini yapan Münir, belli zaafları bir yana, yukarıda kısaca anlattığım “gerçek gazeteci” özelliklerine sahip, onu destekleyen biriydi. İngiltere’de öyle öğretmişler! Konu ne olursa olsun, objektif olmaya çalışır, karşı taraftan da bilgi/istihbarat almayı hedefler, muhabirleri bu yönde çalıştırırdı. 1990’lı yıllarda ülkede önemli çatışmalar varken, örneğin kimseye “terörist” dememeye dikkat ederdi. Zira gerillanın terörü varsa, devletin de olabilirdi, öyle değil mi? Gerçek gazetecilikte, damgalamamak, etiketlememek, resmî söylemden uzak durmak önemlidir. Resmî ya da özel ajanslardan gelen bilgi/istihbarat dışında, “bir arayın bakalım, diğer taraf ne diyor” diye çatışmanın öbür tarafını da aratmak, oradaki bilgiyi de almak, değerlendirmek. Arardık...  İşte benden bir önce Metin Münir’le yine Cine 5’te çalışan Murat Sabuncu da (şu anda Cumhuriyet’in yayın yönetmeni olarak gözaltında) bu “ekol” yahut “tedrisat”tan gelmiş/geçmiştir.

Sözü Sabuncu’ya getirmişken parantezi kapayalım. Bugün Türkiye’de, kadroları, belli olanakları, özgün tarihi, okul özelliği, kimi dönemlerde zedelense de mümkün olduğunca objektif ve bağımsız kalmaya çalışan karakteri vb. sayesinde, “gerçek gazetecilik” kulvarında öne çıkan gazetenin Cumhuriyet olduğu ortada. Gerçek gazeteciler, gerçek gazetecilik yapıyorlar, gerçekleri sorgulama ve açığa çıkarma konusunda önemli bir hizmet sunuyorlar…

Yine bugün internet, sosyal medya ve haber siteleri sayesinde “haber bombardımanı” altındayız. Ama orijinine baktığımızda, haberler aslında yine belli mecralardan çıkıyor. Önce bir haber çıkıyor, sonra diğer bütün sitelerde bunun “yeni bir haber” olarak işlendiğini görüyoruz. Peki ama ilk haber nereden çıkıyor? Genelde Cumhuriyet’ten. Bazen İsmail Saymaz ve benzer birkaç muhabir sayesinde Hürriyet taraflarından. Ya da son zamanlarda bazen, internet haberciliği yapan Diken, Duvar, T24 gibi sitelerden. Gazeteciler var elbette ama “özel haber” yapmaya olanakları elveren başka site pek yok. Dediğimiz gibi haber genelde Cumhuriyet’ten çıkıyor. İlk kaynaktan çıkan bu önemli haber, ardından bütün mecralarda yer alıyor, yayılıyor. Burada da kaynak belirtilirse sorun yok da, kaynak göstermeyen kopyala/yapıştır haberciliği feci durumda!

Neyse, konuyu fazla dağıtmayalım. Gerçek gazeteciliği en etkili biçimde yapan yayın organı Cumhuriyet, bugün ciddi bir saldırı altında. İktidarı rahatsız etmesi önemli bir boyutu. Gizlenmeye çalışanları açığa çıkarma uğraşı... Ulaştığı farklı kaynakları… Sürekli, sorması, sorgulaması, kurcalaması… Cesareti… Evet, gazeteye asılan TGS pankartında dendiği gibi; “Bu işyerinde cesaret var!”  

Bugünkü “müdahale”nin gazetenin son dönemde yaptığı bazı “özel haberler”le bağlantılı olduğu da herhâlde herkesin aklına geliyordur. Özellikle “MİT tırları” meselesi…

Buradan hareketle bugünkü “müdahale”nin somut olarak nereye bağlanabileceğini de yine herhâlde az çok herkes kestiriyordur. Genel FETÖ söylemlerinin (bir dönemin “hocaefendi”si, “hizmet”i, “Pensilvanya”sı ya da “Fethullahçılar”ı, malum “FETÖ” oldu şimdi) ardından; “somut” olduğu vurgulanan bazı “bilgi” ve/veya “iddilar” ve haber kaynaklarıyla “bağlantılar” öne çıkarılacak büyük ihtimalle yakında. Belki bir istihbaratçı polis, belki bir subay, bürokrat vb.

İyi de, bütün kaynaklarla iletişim kurmak, bilgi almak, istihbarat edinmek, gazetecilerin işi değil mi? Suç mu yani? O zaman bizzat gazetecilik suç olur, öyle değil mi?!

Peki ya, yıllarca istihbarat ağlarına yerleştirilen Fethullahçılardan istihbarat almak? “Doğru” ya da “yanlış” diye değerlendirmek değil mesele. Subjektif ya da ahlaki bir mesele değil çünkü. Bu bir realite. Ve ona da yönelmek, ondan da bilgi edinmek suç mu acaba?

Tekrar: Gazeteci, her kaynağa açıktır, her kaynaktan beslenir. Üstelik, kaynak böyle istiyorsa ve istihbarat akışı için bu yönde bir uzlaşıya varıldıysa, kaynağın adını, unvanını vb. gizli de tutabilir.

Tekrar: İstihbarat, muhaberat, muhabirin tüm kaynaklardan beslenmesi, karşıt görüşleri toplaması, objektif biçimde değerlendirmesi, her tarafa her tür soruyu cesurca sorması, halkın aleyhine işleyen çıkar ağlarına çomak sokması vb. olmadan gazetecilik mi olur?

İstihbarat ve Fethullahçılar demişken, son bir parantezle, çok kısa bir tarih gezintisi yapalım şimdi: Erzurum’dan yola çıkan, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden çalışan, İzmir’de etlenip butlanan bir imam bu. İzmir döneminde, 12 Mart günlerinde, solcularla aynı mapusanede; dönemi anlatan devrimcilerin anı kitaplarında, onun mapusta neler yaptığına da denk gelebilirsiniz. Neyse, yarı meczup, belkli de şizofren hâlleriyle, etkili dinî nutuklarla, esrik hareketler yahut kendinden geçme ve zikirle vb. vb. halkımızın cahil bıraktırılmış kesimlerini etkilemesi, kendine bağlaması çok da zor değil hani. Böyle bir sürü tarikat var. Bu, en beceriklisi. Menfaat ağını örer, yardımını/bağışını toplar, sonra aidata çevirir, “münasip yatırımlar” yapar, eğitime odaklanır, zenginleşir gider. Özünde din tüccarıdır yani. Diğer tüccarlarla buluşur eninde sonuda. Çıkar ağını yaygınlaştırır, ortaklaştırır. Düzen adına iyi bir afyon olduğu/yaydığı için yararlıdır. 12 Eylül sonrasında halkı bu şekilde uyutmaya/uyuşturmaya ihtiyaç artmıştır. Önü daha da açılmıştır. Sızıntı dergisi ve benzerleri yaygınlaşır; Evren, Özal, Çiller, Yılmaz, Demirel, Ecevit (evet, Ecevit’i çok sever, en hızlı yayılmasına imkan sunan kişilerden biri olarak över) derken bugünkü iktidara, Erdoğan’a kadar gelir. Muhafazakâr yapısı nedeniyle epey uyumlu gibidir. Bir tür “eküri” haline bile gelirler. Birkaç sene öncesine kadar çıkarlar yan yanadır. Birlikte Ergenekon vb. operasyonlar da yapılır. Muhalifler temizlenir, cadı avı yapılır… Bu süreçte, yıllaaaaar içerisinde, kendi uzun vadeli sızma girişimleriyle birlikte, emniyet, yargı, askeriye, üniversite önemli yerler hep kendilerine teslim edilir. Paralel devlet vb. tespitler, araştırmalar hep görmezden gelinir. Hikmet Çetinkaya, Merdan Yanardağ gibi gazetecilerin kitapları, çalışmaları da öyle. [Bugün Hikmet Çetinkaya’nın Fethullahçı olduğu iddiasıyla gözaltında olması ne kadar trajik değil mi? ] Hatta kendi içlerinden çıkanlar, Hanefi Avcı’lar da ciddiye alınmaz, tam tersi istikamette Ergenekon torbasına sokulup hapse gönderilirler...  Özellikle Emniyet istihbaratı vb. baştan ayağa Fethullahçı hâle getirilir. Dinlemeler, izlemeler, böcekler, kasetler vb. “özel” bir yerdir. Ve nihayetinde gün gelir “ortaklık” bozulur. İki güçlü hizipten biri tek başına iktidar olmak istemektedir. Çatışmaya düşülür. 15 Temmuz girişimiyle çatışmanın zirvesine ulaşılır ve “allahın lütfu” olarak nitelenen bu girişimle birlikte… hemen herkesin bildiği bir hikâye işte.

Bu kısa tarih parantezinden sonra şimdi soru yine ortada; bu adamları, yıllar boyunca devletin dört bir köşesine ve özellikle emniyet istihbaratına yerleştirenler, sızdıranlar ve nihayetinde onlarla araları bozulduğunda da “elleriyle koymuş gibi bulanlar”ın hiç suçu olmayacak, o bulundukları/yerleştirildikleri konumdan (bir ihtimal) istihbarat uçurdukları gazeteciler “suçlu” olacak, ha! Niye?

Yemezler! Güray Öz, Hikmet Çetinkaya, Can Dündar, Murat Sabuncu, Kadri Gürsel… gazetecidir, gerçek gazetecilerdir… Gerçek gazetecilik ve Cumhuriyet, ne olursa olsun yoluna devam eder!