Flaneur ve dikiş yeri...

Hep takıldığımız bir kavramdır kendileri. Hep takıldığımız bir tavır ve duruş. Walter Benjamin’de ilk rastladığımızdan beri, “Pasajlar”da ilk dolaşmaya başladığımız günlerden itibaren, aklımızın bir köşesine çıkmamacasına yerleşen.

Flaneur ya da düşünür gezer olmak... Kıskanılası... E, elin adamı bizim gibi boş boş dolanıp durmuyor öyle, aynı zamanda düşünüyor da. Hem de epey derinlere gidip, etraflıca düşünüyor galiba. Baksanıza, koskocaman “Dü-şü-nür” mertebesine ulaşmış sonunda!

Düşünür gezer olmak... Birleştirilesi... Ayrı gayrı kalmasınlar, (hayalci kardeşi) uyurgezer gibi bitiştirip düşünürgezer yapalım onu da en iyisi. Bitişsinler birbirlerine, bir ve tek olsun düşünüp gezmek de. Tek başına yürüyüp sürekli ilerlerken, birilerini çağırıp, birilerine çarpıp, zihinde sürekli çağrışıp dursun güzelce.

Yürüdükçe çağrışmaz mı yeni düşünce ve sözcükler sizin aklınızda da bir şekilde. Devamlı yeni bir şeyleri harekete geçirmez mi yürümek? “Ah o muhteşem doğa, deniz kenarı, orman ve dağ yolu” da şart değil hani; şehrin türlü geçitlerinde ve hatta geçit vermeyen yerlerinde de düşünmeli. Bu gri, kasvetli, boğuntulu ama hareket dolu yerlerde, inanın, başka türlü bir düşünce yola çıkar sürekli.

Yürürken, bedenle birlikte zihinde de ilerlemek önemli. Bazen tek başınıza, bazen kitleyle/sokakla birlikte ilerlemek. Düşen bir yaprağı, ağlayan bir çocuğu, yerdeki bir su birikintisini, tıslayan bir kediyi izleyip gökyüzü durağında mola vermek. Şehrin ve asfaltın grisinde gidip gelirken ve doğanın sonsuz yeşilliğini hayal ederken, AVM önüne ekilmiş zavallı bir yaseminin miniminnacık çiçeğini koparıp koklayıvermek. Ticareti/çarşıyı izlemek, kafeleri/aşevlerini gözlemek, kavgaları/tartışmaları dikizlemek. Parkta, meydanda, daracık bir kaldırımda, dik bir yokuşun tam ortasında, orada, burada ayrıntılara dalıp gitmek. Birbirine yakınlaşıp uzaklaşmaz mı mesafeler böyle, gözünüze daha farklı görünmeye başlamaz mı tüm doğumlar, ölümler ve arada olup bitenler? İşte öyle.

Aylaklık, başıboşluk, başıbozukluk (özgür olması başın tümüyle, serseriliğe de gider ne güzel) diye hafif hafif ilerlerken, illa ki düşünürlüğü, onun getirdiği bir ağırlığı ve entelektüelliği de çağıran, çağrıştıran bir kavramla birlikteyiz (bu akşam). Hafiflikle ağırlığı yanyana getirmesi anlamında da birleştirici yani (içelim o zaman!).

Ve uçucu… Yürürken, yürürken… düşüncelerle birlikte ayakları da yerden kesip yukarılara kaldıran, ruhunuzu ve benliğinizi yükselten, uçuran türden.

Sadece düşünmek değil ki, yürüyerek çiziktirmek, yazı çırpıştırmak, hatta bazen düpedüz yazmak da dahil bu işe ve de gidişe. Sadece yürürken göze çarpanların ve onlardan hareketle gelişen düşüncelerin değil, hayallerin, gündüz düşlerinin içinden de geçiliyor tabii ki. Yürürken, hep yürürken düşüncelerle, hayallerle, kavram ve imgelerle doluşup yazıya duruluyor... Dur şimdi – akla gelen, akıldan taşan cümlelerle elbette – neden eğiliyor gökyüzü böyle yere? Bir kenara çekilip not almaya başlamalı bu ve benzeri düşüncelerin peşinden illa ki? Başla şimdi: Düşünürgezerlik, sokağın sesiyle, hayhuyu ve gürültüsüyle, öteki insanların görüntüleri ve gerçekleriyle yazmak ve (mecburen) yaşamak değil mi?

Yaşamak mı? Hakiki bir flaneur, olan bitenin ne kadar içine girebilir, içinde yaşayabilir ki? Gözlemci statüsüyle katılmak yaşama belki! Yarışmaya. Bu da hep aklımızda...

Gezmek, gözlemek, arpacıklamak! Olmadı, bak bu şimdi. Gezerken sadece sözcük oyunlarının değil, kapsayıcı fikirlerin de doluşması akla. Oldu, oluyor, olacak gibi...

En iyisi, hep kameraya ayarlamak gözleri. Kamera düzenine. Çalıştırmak içerideki kameramanı sürekli. Sokakta ilerlerken hızlı hızlı, farklı çekim teknikleri denemek. Yapıştıra yapıştıra biraz Godard, koşuştura koşuştura bolca Hal Hartley, genişlete genişlete çok çok az (en minimalist ölçekte) Angelopoulos, etkilendiğiniz başka yönetmen varsa koyun onu da araya ve kalanın tamamı kendi hızında, kendi çekim anlayışınızla. Önemli olan insanların yüzlerinin, eğilip dikilen bedenlerinin, silüet ve gölgelerinin, garip hareketlerinin, ağlayıp gülmelerinin ve elbette (gündelik ama ilgi çekici) konuşmalarının sürekli kameraya takılması değil mi?

Flaneur, gerektiğinde hiçbirini kaçırmadan kameraya çekmeli, kimi zaman sadece bir plana/detaya yoğunlaşmalı, kimi zaman da alayını birden görmezden gelmeli, kendi aklındaki bir sabit peşinde körleşmeli!

Her durumda seyirci/izleyici/gözlemci olmak önemli. Ve görüntüden gerçeğe giden yolların döşenmesi... Flaneur olmak. Sokağın içinde, “diğerleri” ile hep belli bir mesafeyi koruyarak anlamaya çalışmak.

Olana bitene uzaktan, dışarıdan bakarken düşüncenin en derinine inebilmek. Tam (içinde) yaşayamamak ama tam ortasında olan bitene hakim olmak. (Tam yaşayamasa da, “asıl yazılması gereken”in yaşamdan hareketle geliştirilebileceğini, otantik olmayı savunmak!) Eskaza bir şeyler yaşadığında da, yaşadıklarına dışarıdan bakmayı bilmek ve tabii ki dalga geçebilmek…

Sürekli yarışmayı ve pazarı izleyip, yarışmanın gerçekliğine işaret edip, yarışma dışında kalmak aslında. Vitrine, vitrindekilere, el değiştiren paralara bakmak; arkalarındakini anlamaya çalışmak. Rekabet düzeninin itişme ve çekişmelerinden uzak durmak. Daha mikro ve bireysel ölçekte bakıp (devrimci bir) tavır almaya doğru genişletir/geliştirirsek: Yapmamayı, yarışmamayı tercih etmek… Bartleby gibi… Düşünüp yürürken ve “ticari hareketliliği” izlerken aklınızda bulundurmanız gereken bir Melville klasiği. İtaatsizliğin abecesi.

O denli boğucu, yabancılaştırıcı bir düzen kurmuşlar ki, onun dişlileri arasında üretmenin, kendini o düzende var etmenin anlamsızlığını görüp uzaklaşmak sürekli... Flaneur olmak, serseriliğe övgünün yandan ve birazcık da yukarıdan yemişi!

Evet bu işte; yapmamak kardeşim, YAP-MA-MAK. İsteneni yapmamak. Bekleneni yapmamak. Dayatılandan adım adım uzaklaşmak. Kurulu düzenin beklentilerini karşılamamak. İtaat etmemek özetle.

“Nereye kadar yavrum, nereye kadar; nerede yaşıyorsun hem sen, olacak o kadar… “ diyenlere gülüp geçmek bir de. Çok sıkışınca, bedende, günlük hayatın akışında (gelir kazanma zorluğuyla) zorunlu olarak itaat ederken, akılda hep itaatsiz kalmak. Sonra bedende de, günlük hayatın akışında da özgürleşmek. Flaneur gibi flaneur olmak!

(Ah o hep özenilesi bağımsız filmlerdeki gibi) Yersiz yurtsuz dolaşmak. Yeri ve yurdu bizatihi “dolaşmak” olmak. Dolaşırken tüm bir sokağı, tekmil hayatı, bütün mekanları ve zamanı, tarihi ve coğrafyayı kucaklamak…

Ve tabii anlamak için olanı biteni, arada sırada durmak. Durmaksızın yürümek değil yani, dura dura, anlaya anlaya, hazmede hazmede yürümek. Biliyorsunuzdur belki etimolojiden; anlamak için, durmak gerek. (Understanding [İngilizce], verstehen [almanca], episteme [yunanca], vakafe [Arapça] sözcüklerinin kökleri hep durmak değil mi?) Durup, öyle anlamak. Durup bir düşünmek. Düşünmek, üzerine düşünmek demek. Düşünürgezer, arada durup düşünür de gezer! (Yanında bir kadeh şarap ya da bir fincan kahve, kuşkusuz çok iyi gider.)

“A day in the life”, hayatta bir gün… her zamanki gibi bir gün olan o günü, tüm boyutlarıyla, tüm insanlarıyla, doğası, canlı ve cansız varlıkları, eylemleri, ilişkileri ve ilişkisizliğiyle birlikte yaşamak.

Ve tabii ki, yine her zamanki gibi bir gün olan o günü, olabildiğince farklı yaşamak. Bilinçte akmak, bilinç akışı olmak. Aynı anda birçok katta, katmanda varolmak. Üst üste, yan yana, alt alta, altüst iç içe, gerçekliğin (olabildiğince) derinlerinde dalga dalga dolanmak.

Ulaşabilirseniz bu derinleşmeye (bir gün) göreceksiniz siz de; sürekli düşünürken, gezerken, yazarken, koşarken, ayakların yerden kesilmesi (kesiliyormuş gibi hissedilmesi) çok şahane bir şey değil mi? Hani, uzun mesafeli bir koşunun sonlarında aniden daha da hızlanır, atağa kalkarsa biri, ayaklarını hissetmez ya sanki. Uçar gibi. Flaneur gibi. Kanatlı ama motorsuz. Planör gibi. (Yürüyüp dolaşırken, hep oyunlara, sözcük oyunlarına dalmak ne güzel saçmalamaya da götürür insanı, çocuklar gibi… )

Ne? Flaneur, planör derken, bu meselenin asıl kökeni ve Pasajlar, çok daha başka şeylere dair miydi? Baudelaire çok mu başka bir yerdeydi? E ama 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başında Paris’te flaneur olmak başka, 20. yüzyıl sonu, 21. yüzyıl başında İstanbul’da düşünürgezer olmak başka. Pasajı, geçişi, geçirgenliği de çok farklı bu alemin.

Pasif direnişin yeni bir boyutu bugünkü. Her tür direnişin... Dirilişin... Derlenişin...

Dilerseniz dikişin:

*

Dikiş yeri

Dikiş yerlerinden patlayacak bu dünya.

Eklem yerlerinden (kopup gidecek) bu ülke.

Yırtılıp kopacak her şey bir anda. Birikiyor, birikiyor, birikiyor... pattadanak patlayacak.

Dikildiği gibi sökülecek, dikiş yerlerinden caaaaart diye yırtılacak bu dünya.

Eklem yerlerinden bu ülke. Cıııırt diye ayrılmaya başlayacak.

Kokuşup kopacak bazı şeyler. İçindekiler saçılacak ortalığa. Çaaaat diye çatlayacak.

İnsanlar en başta... Kokuşmuş bedenleri, korkmuş gözleriyle fırlayacaklar dışarıya. Hayvanlar peşinden. Bitkiler bile geri kalmayacak onlardan. Panik olacak dört bir yanda!

Öyle gümleme çatlama, sızma sızdırma değil, dikiş yerinden cııııırt diye bir yırtılma, eklem yerinden çatııırt diye bir kopma.

Müstahak buna.

İyi de olacak bir bakıma. Bir o yana bir bu yana gitme, bir ayrılıp bir birleşme hallerinin belirsizliği son bulacak mutlaka. Zorla bitişenler, birdenbire ayrılacak kolaylıkla.

Sahi, olur mu bir toplumsallığın dikiş yerleri sizce de? Bir devrimin, bir kalkışmanın, bir direnişin ya da? Dikiş yerlerinden kopup giden bir dünya…

Oluyor, olacak galiba!..

Bir yerden ipin ucu göründüğünde, çekmeye başladığınızda o ucu, önce pıt pıt pıt teker teker, sonra pıtır pıtır pıtır hızla sökülmeye başladığında dikişler, ortaya çıkıvermesi kabak gibi yepyeni bir boşluğun. Hoşluğun. Ve patır patır dökülmeye başlaması birdenbire.

Yırtınıyoruz burada. Yırtılıyoruz işte. Düşmemek için boşluğa, tutunuyoruz (bugünden) yarınlara ve birbirimize.

Dikiş yerlerindeyiz dünyanın arkadaşım.

Sınırları ortadan kaldıracak, sürekli ve eşitlikçi ve özgürlükçü bir devrim olasılığının verdiği uçlarız.

Çekin bizi, sökün dünyayı, sökülün paraları, değiştirin hayatı…

*

Düşünürgezer arada durup bir kafeye oturduğunda ve de olanı biteni anlamaya çalıştığında, işte bunları yazdı önündeki kağıda.

Yerdeki, topraktaki ve hayattaki çatlaklar gözüne çok batmıştı galiba…