Etnosantrizm

“Kuruçeşme süreci”, altında 18 kişinin imzası bulunan “Sosyalistlere” başlıklı bir bildirgeyle 1989 yılı baharında başlamıştı. Amaçlanan, Türkiye sosyalist hareketinin farklı kesimlerinin katıldıkları bir tartışma süreci örgütlemek, sonuçta (mümkünse) ortak bir çatı altında buluşmanın zeminini oluşturmaktı… 

18 imzacıdan biri olarak bize de Ankara’da İsmail Beşikçi’yle görüşüp kendisini bu girişim hakkında bilgilendirme görevi düşmüştü. 

Kendisiyle buluştuk. 

Beşikçi hoca her zamanki inceliği ve kibarlığıyla bizi karşıladı; anlattıklarımızı dikkatle dinledi ve bittikten sonra şu soruyu yöneltti:

“Irak’ta Kürtleri bombalayan jetleri Sovyet pilotlar kullanıyor; ne diyorsunuz?”      

Kuruçeşme girişimi hakkında bilgi vermeyi amaçladığımız bir buluşmada böyle bir soruyu doğrusu hiç beklemiyorduk. Beşikçi hoca bu sorusuyla muhtemelen “Ben Kürt meselesinden başka bir şeyle ilgilenmiyorum” mesajını vermek istemişti. Biz de kendisiyle Sovyetler Birliği’nin değil Kuruçeşme girişiminin temsilcisi olarak konuştuğumuzu söyledik ve görüşme burada tamamlanmış oldu.  

***

Beşikçi hocanın bu özel duyarlılığına tanık olduğumuz 1989 yılından sonra, Kürt siyasetini bir bütün olarak temsil ettiğini elbette düşünmediğimiz başka “çıkışlarla” da karşılaştık.

Örneğin, Nazım Hikmet ve Behice Boran için “Kürt sorunundan hiç söz etmedikten sonra ister büyük şair ister komünist ol, ne değeri var ki?” gibi sözleri bizzat duyduk, okuduk. 

Ergenekon-Balyoz davalarında “sonuna kadar gidilsin” diyen bir yerel Kürt siyasetçi, bu davalara kendisi kadar iyimser bakmadığımızı anlamış olacak ki bir panel sırasında bize dönüp “O kadar da küçümsemeyin, sizin kurucularınızın (Mustafa Suphi ve arkadaşlarını kastediyordu) katilleri de bu davalar sonucunda ortaya çıkacak” diyebiliyordu… 

Biz de gülüp geçebiliyorduk… 

Sonra, hep biliniyor, Gezi için “darbe” dendi; bir Kürt siyasetçi (Sırrı Sakık) yine Gezi için “AKP’yi sandıkta yenemeyenler şimdi bu yolları deniyorlar” dedi… 

Artık pek gülemiyorduk… 

Yakınlarda, ölümünün ardından Tarık Akan’a hışımla yüklenenler oldu.

Son olarak, Castro için söylenenler hepsinin üzerine tüy dikti. 

***

Söylenmesine gerek yok, zaten biliyoruz: Kürt siyaseti, içinde farklı kesimleri barındıran, “yekpare blok” olmaktan uzak bir çizgide seyretmektedir… Sağda solda görülen kimi “sivri” çıkışların bu hareketin bütününü bağladığı da söylenemez… Neticede bir ulusal harekettir ve saflarında solcusu olduğu gibi gericisi, hatta şeriatçısı bile vardır… 

Bunlar tamam da, ortada bir başka gerçek daha vardır: Etnosantrizm, bu hareketin ya da siyasetin pek çok öbeğine şu ya da bu ölçüde içselleşmiş durumdadır. Kullanılan terimden kastedilen, “milliyetçikten” farklı bir kategoridir. Etnosantrizm, başka her olgunun, olayın, kişinin, yapının vb. yalnızca ve yalnızca belirli bir etnik/ulusal konumun ve davanın merceğinden bakılarak, onun değerlerine göre yargılanmasıdır. 

Bize göre pek de iyi bir şey değildir.

Kuşkusuz kendi bilecekleri iştir.

Ama… 

Ama başkalarına ne kadar “bölük pörçük” ve güçsüz görünse de Türkiye sosyalist hareketi hemen her kesiminin sahiplendiği, uzun bir tarihsel süreçte birikmiş ve artık müktesebat haline gelmiş birtakım değerlere sahiptir. 

Marx, Engels, Marksizm, Lenin, Leninizm, Ekim Devrimi, “reel sosyalizm”, Nazım, Behice Boran, Küba Devrimi, Che ve Castro bu değerler arasındadır.  

Peki, biz bunlara hiç mi toz kondurtmayız? 

Hiç mi tartıştırmayız?

Ne demek? Gerektiğinde kimi açılardan eleştirel yaklaşmayı da biliriz, varsa boşluklarını kapatmaya çalışırız; ama bunu, her birini kendi bütünlüğü ve tarihselliği içinde ele alarak yaparız.  Olacaksa, eleştirilerde kalkış noktamız örneğin sadece ve sadece çağdaş feminist, yeşilci, anti-otoriter ya da cinsel kimlikçi tezler olamayacağı gibi etnosantrist yaklaşımlar da olamaz… 

Aşırı etnosantrist yaklaşımlar, bir kopuş niyetinin, “neyiniz varsa hepsi sizin olsun, biz sizinle yaşamak istemiyoruz” kararının göstergeleri sayılabilir mi?

Hiç sanmıyoruz; öyle olsaydı herhâlde bu ülkenin (Kürt olmayan) patronlarına, bezirgânlarına, rantiyelerine, işbirlikçilerine, yobazlarına, hacı-hoca takımına vb. karşı da bu kadar “hoyrat” davranırlardı. 

Pek göremiyoruz da…