Erdoğan’ın kumarı, 1 Kasım ve sosyalistler

AKP iktidarının uzun bir süre belirli bir sinerjiye yaslanarak yürüdüğü söylenebilir. Bu sinerji esas olarak üç ayağa dayanıyordu.

İlk olarak, AKP, emperyalizmin bölge vizyonuna sıkı biçimde eklemlenmeyi ve Türkiye’nin geleneksel konumlanışını aşan bir aktif dış politika çizgisini hayata geçirmeyi önüne koymuştu. Bu, en başta emperyalizmle sorunsuz bir ilişki kurmanın ve daha ötesi, doğrudan destek sağlamanın en kolay yolu olarak belirdi.

İkinci olarak, AKP’nin, bölge politikasının sonuçlarından Türkiye burjuvazisine bir pazar ve yatırım genişlemesi çıkarmak konusunda özel bir çaba sarf ettiğini söyleyebiliriz. Bu sayede, emperyalizmle tam uyumu hedefleyen dış politika stratejisi, içerde de burjuvaziye hayli karlı bir ikramda bulunma imkanı tanıyordu.

Son olarak ise, AKP, dış ve iç politika stratejisinin kazandırdığı desteğe dayanarak, ülke içinde hem güçlü bir hükümet kurma hem de radikal toplumsal-siyasal dönüşümlere yönelebilme şansı buluyordu.

Bu üç parametrenin bir araya gelmesiyle oluşan sinerjinin AKP’ye uzun yıllar önemli bir dayanak oluşturduğunu söylemekte bir sakınca olmasa gerek. Son birkaç yılda teklemeye başlayan üçlü sinerjinin, halihazırda tümüyle çökmüş olduğunu da eklemeliyiz tabi.

Bir sıra ya da kronoloji varsaydığımız için değil, ama yukarıdaki dizgeye uygun bir sıralamayla son birkaç haftada yaşananlara bakmak faydalı olacak.

ABD, Türkiye’nin Suriye başta olmak üzere bölgede giriştiği operasyonların fazlasıyla sivri uçlar barındırdığını ve bu sivriliklerin ABD’nin daha temkinli ve hesaplı politikalarına zarar verdiğini uzun zamandır belli ediyordu. Özellikle IŞİD’in bölgede yarattığı dehşetin ardında Türkiye’nin parmağının olduğu konusunda tüm dünya ortak bir görüşe sahip. Dolayısıyla, ABD açısından Türkiye’nin yeniden kendi stratejisine uyumlulaştırılması, sivriliklerinin terbiye yoluyla törpülenmesi öncelikli gündemlerden biri oldu.

Erdoğan’ın ABD rotasına yeniden yerleşmek konusunda herhangi bir çekincesi yok elbette. Ancak bunu bir pazarlığa dönüştürmek, terbiye olurken karşılığında bir şeyler koparmak, böylelikle dış politikada uğrayacağı zayıflamayı kendi iktidarını pekiştirecek bir payla telafi etmek istediği belli oluyor. İşte İncirlik’i verip, tampon bölge ve Kürtlere savaş iznini alması bunun bir örneği.

Ancak bu alışverişin pek de Erdoğan’ın hayal ettiği gibi olmadığı kısa sürede ortaya çıktı.

Öncelikle, İncirlik Mutabakatı’nın kapsamında PYD yer almadı ve saldırı izni Türkiye’deki Kürt hareketi ile sınırlı tutuldu. Oysa Türkiye’nin dertlerinin başında Suriye’nin kuzeyindeki kantonların birleşmesi ihtimali yer alıyordu.

Dahası Mutabakat’ın bir diğer ayağında IŞİD’e karşı askeri operasyonlar da vardı. AKP IŞİD’i hedef alan birkaç göstermelik sortiden sonra hızla ve şiddetle Kürtlerin üzerine yürüyerek uyanıklık yapmayı denedi. Erdoğan ABD’yi bu şekilde kandırmış olacağını düşünmüş müdür bilemeyiz, ama son birkaç gündür ABD cephesinden gelen açıklamalar, Kürtlere yönelik saldırganlığın artık bitirilmesi gerektiği ve İncirlik’te anlaşmaya varıldığı üzere IŞİD’e karşı sahaya askeri güç sürmenin vaktinin geldiği yönünde.

Tampon bölge konusunda ise Washington’dan gelen yalanlamaların ardı arkası kesilmedi. Önce tampon bölge yerine “IŞİD’den arındırılmış bölge” şeklinde düzeltildi, sonra da oluşturulacak bölgenin ABD tarafından korunacağı yönündeki Dışişleri açıklaması ABD tarafından yalanlandı.

Bu başlıkta ABD’nin Türkiye’ye attığı en esaslı gol ise, patriot sistemlerinin geri çekilmesi oldu. Türk yetkililerin morarmasına neden olduğu söylenen geri çekme kararı, esasında Türkiye’yi bölgede tümüyle savunmasız ya da bir başına bırakma anlamını taşıyor.

Dolayısıyla, AKP hizaya gelmeyi kabul edip karşılığında tampon bölge ve Kürtlere savaş iznini aldı ya da aldığını sandı; ama hemen arkasından, alınan iznin o kadar da kapsamlı olmadığı anlaşıldı ya da anlamaları sağlandı. Patriotlar meselesi ise, ABD emperyalizmine kazık atmaya çalışanların yediği bir kazık olarak kayıtlara geçti.

İçerde ise, 7 Haziran seçiminin ardından oluşan tablo, sermaye açısından bir normalleşme ve uzlaşma fırsatı olarak görüldü. AKP-CHP koalisyonu yönündeki çağrılar, giderek raydan çıkmaya başlamış olan Erdoğan diktatörlüğünün ülkeyi yeniden yönetilebilir hale getirmesi için kullanılabilecek bir seçenek olarak değerlendirildi. Bu seçeneğin içinde, artık kişisel bir takıntı haline gelmiş olan başkanlık sistemi dayatmasından vazgeçilmesi de vardı.

Ancak Erdoğan 7 Haziran seçiminin sonuçlarını tanımadığını daha ilk günlerin ardından belli etti. HDP’yi siyaset sahnesinin dışına düşürmek için yürütülen kara propaganda ve kanlı iç savaş ortamı, koalisyon ihtimallerinin bilinçli biçimde engellenmesi ile birleşti. Nihayetinde, Türkiye 7 Haziran seçiminin ardından her gün biraz daha yükselen bir siyasal krizin içine yuvarlanarak 1 Kasım’da yeniden seçime zorlandı.

Burjuvazinin, düzenin yönetememe krizinin aşılması ve istikrarın sağlanması yönündeki beklentileri, bizzat Erdoğan tarafından reddedildi. AKP ve Erdoğan, istikrarın garantörü olmaktan çıkıp, dolaysız bir kriz unsuruna dönüştü.

Tüm bunlar olurken, AKP’nin ve Erdoğan’ın bir türlü aşamadığı meşruiyet krizi büyümeye devam etti. Özellikle Kürtlere yönelik saldırganlık, daha önce görmeye alışık olmadığımız tepkiler üretmeye başladı. Asker cenazelerinden bile kovulur hale gelen AKP’liler, Erdoğan’ın iç savaş stratejisinin Türkiye toplumu nezdinde tepki topladığının ve meşruiyet kaybının derinleştiğinin göstergeleri oldu.

Toparlarsak, bu üç başlıkta yaşananlar, Erdoğan’ın kişisel ikbalinin her şeyden üstün tutulduğu bir kumar masasına oturulduğunu gösteriyor. Bu kumarda ısrar edildikçe, Erdoğan’ın “maliyeti”nin giderek arttığı söylenebilir. Ancak ortada bir başka gerçek daha var. Erdoğan’ın cazibesi düşmekte, ama hala gücünü koruduğu da açık. İşte bunun farkında olan Erdoğan, gücünü bir tür şantaja dönüştürmeyi, açıkça bir şans daha kovalamayı tercih etti. O şansın adı ise, başkanlık sistemi.

Bu tablonun nereye evrileceği konusunda spekülasyondan kaçınan bir yanıt, ancak önümüzdeki seçenekleri sadeleştirerek verilebilir. Bu anlamda, önümüzdeki kısa süreçte, ya Erdoğan her türlü kanlı yola da başvurarak aradığı şansı kazanacak ya da daha büyük krizlerin mimarı olarak Türkiye kapitalizminin başını ağrıtmaya devam edecek. Daha açık bir deyişle, Türkiye ya Erdoğan eliyle bir diktatörlüğe ve faşizme mahkum edilecek ya da içinde halk direncinin de yükseleceği bir kaotik sürece girecek.

Ancak tablonun netleşmesi, öyle çok uzak bir vakitte de olmayacak. Önümüzdeki birkaç ay Türkiye siyaseti açısından son derece kritik. Bu sürecin ilk evresi, giderek genişleyen barış talebini arkasına alacak bir mücadelenin örülmesini ve Erdoğan karşıtı toplumsal direncin 1 Kasım seçiminde daha güçlü biçimde sandığa yansıtılmasını içeriyor.

Sosyalist hareket, 7 Haziran seçiminde arzu ettiği hedeflere ulaşamadı ve etkisiz bir konumda kaldı. Bu, neresinden tutarsak tutalım, bizim acı gerçeğimiz. Öte yandan, Türkiye’de Erdoğan’ın başkanlığında cisimleşen faşizm tehlikesini bertaraf edecek, Saray’ı ve saltanatı yıkacak bir mücadelede sosyalistlere özel bir misyon ve rol düştüğü de açık.

O yüzden, 1 Kasım’a dair strateji oluşturulurken sosyalist hareketin ülke siyasetine müdahalesinin yollarını açmak öncelikli görevdir. Çünkü ilk evre olarak andığımız bu süreçte etkili biçimde devreye giremeyen sosyalistlerin, sürecin ileri evrelerinde oluşacak kaotik ortamda kendisine alan bulabilmesi, deyim yerindeyse tepişen fillerin arasında ezilmemeyi başarabilmesi hayli zor olacak.