Distopya karanlığından kurtulmak mümkün mü ola?

Uçurum büyüyor. Hem de nasıl büyüyor. Rakamlara, bilhassa yüzdelere vurduğumuzda ne derece insafsızca büyüdüğü ve derinleştiği, ne kadar akıl dışı olduğu hemen fark ediliyor. O derece derin, o derece irrasyonel ki, bir noktadan sonra insanın ilgisi ve dikkati dağılabiliyor, duyarlılığı köreliyor, giderek uçurumu normalleştiriyor ve kanıksıyor! 

Bir bakmışsınız, dünyadaki, ülkedeki ya da bölgedeki en zengin yüzde 1’lik kesiminin serveti, kalan yüzde 99’u geçivermiş mesela. (Geçsin, ne olmuş, başkasının parasında gözümüz yok, biz kendi işimize bakalım?!

Türkiye’de servetin yüzde 80’i, en zengin yüzde 10’un elinde mesela. (E, adamlar çalışmış, çabalamış, yol yapmış, kazanmış!

Son yıllara bakalım, Türkiye’de en zengin % 1, AKP geldiğinde toplam servetin % 39’una sahipken, bugün % 54’ünden fazlasına sahipmiş. (Daha fazla yol!

Dünyaya dönelim; 2010’da dünyanın en zengin 388 kişisinin sahip olduğu varlıklar, dünya nüfusunun yüzde 50’sinin varlığına denk düşerken, bugün uçurum daha da artmış ve dünyanın en zengin 62 kişisinin sahip olduğu varlıklar, dünya nüfusunun yüzde 50’sinin varlığına denk düşmeye başlamış. (Az ve öz, daha iyi!

Dünyanın bir yerinde, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde en zengin yüzde 10’luk dilimin geliri en yoksul % 10’luk kesimin 33 katına ulaşmış. (Amaaan, Afrika’dan bize ne ya?!

Uçurum derinleşiyor özetle. Kabul ve kanıksama da öyle. Gidişat bu yönde. Fren de yok ki ortada. Bu gidişatı –  durdurmayı bırakın – şöyle hafiften duraksatacak, zenginler kulübüne “fazla ileri gidersek sonra başımıza ciddi bir iş açılır” dedirtecek önleyici/geriletici bir güç yok ki. 

Yüzde 99’u harekete geçirmeye çalışan alternatif arayışlar ise var elbette. Ancak sosyalizm yok ortada; toplumsal/kamusal olanı öne çıkaran, eşitlikçiliğe dayanan alternatif bir sistemin yokluğunda, daha da azan bir sömürü düzeni var. 

Tedbirler de alınıyor bir yandan. Ne olur ne olmaz, uçurum daha da büyüdükçe o yüzde 99’cular başa iş açmasınlar diye. Sağlam kalelere sığınmak lâzım işte o bakımdan. Giderek daha da derinleşen uçurumun “varlıklı” tarafında yer alanların bu varlıklarını korumaları önemli. Kaleler/kuleler bir yandan, devletin her an hizmete hazır aygıtları diğer yandan, özel ve kamusal güvenlik güçleri her bir yandan, sağlam ağlar da gerekiyor bu dünyada. İlişkiler örülüyor, yeni yapılar yükseliyor durmaksızın böylece.  

Uçurumla birlikte beton kuleler de büyütülüyor o yüzden. Korunaklı siteler, durmaksızın yükselen rezidanslar, yeni yerleşim alanları, kentsel dönüşümler, mutenalaştırmalar, tuğlalar, tuğlalar, tuğlalar... Büyümenin ve uçurumların motoru bunlar. 

Bu dünyada ve hatta uzayda! Yüzde 1’in en tepesinde ya da kremasında yer alanlara dair, dünyada işler kızışır, çelişkiler keskinleşirse, uzaya (örneğin Mars’a) nasıl yerleşeceklerine dair planların tamamlandığına dair rivayetler bile var. 

Buyurunuz efendim, distopya gibi distopya size!

Dönelim ülkeye. “Yok başka bir cehennem, yaşıyoruz işte.” Başkentte İnsan Hakları Anıtı’nı polis bariyerleriyle çepeçevre sarıyorlar mesela. Bariyerlerin çizdiği şekil de tabuta benziyor üstelik! Distopya için daha ne yapsın adamlar allaaşkına?!

Post-tayyipsel distopik bir uzamda, en büyük metropolün merkezindeki AKM adlı binanın varlığını ve işlevlerini sorgulayan bir grup skeptik’in maceralarını yazmaya başlamadan önce, oturun, bir soluklanın hele. 

Bakın, şehrin kuzey aksını, ormanlarını, nefes alma olanaklarını tıkayıp, bu tıkalı bölgeyi 1453 inşaat kamyonuyla doldurarak fetih kutlaması yapmaya başladılar bile? Hangi fantastik distopya yazarının aklına gelir ki böylesi? Birilerinin aklına geliyor işte! En az insan hakları anıtını polis bariyerleriyle çeviren akıl kadar distopik değil mi o da? 

Ne dedik; cehennem misali, yok başka distopya yaşıyorsunuz/yaşıyoruz işte!

Bu büyümenin/büyülenmenin bir yerlerinde doğayı da bitirmek lâzım bir şekilde. Dönelim dünyaya. Mesele sadece zenginlerin uzayda bir yerlere kaçıp “paçayı kurtarma” arayışlarına bağlı değil aslında. Yüzyıl sonra yaşamak için başka bir gezegen bulmak zorunda dünyalılar. Ben demiyorum, Hawking diyor bunu. Stephen Hawking.

Evet, ünlüüü bilim adamı, elindeki verilere bakıyor, ölçüp biçip hesaplıyor ve dünyanın gidişatı/geleceği için net konuşuyor: “100 yıl içinde terk etmeliyiz!” 

Tükenen kaynaklar, yok olan çevre ve doğa, artan nüfus, yeşili ve maviyi yok ederek sınırsızca büyüyen kentler, derinleşen uçurum, artan sömürü, büyük yıkım… ve son!  (“Yaw he he, kim öle, kim kala o zamana, biz olmayacaz ki yüz yıla nasılsa.”)

Hemen onun yamacında, gıda-tohum-kanser-ölüm dörtlüsü, inşa süreci hızlanan barbarlık sisteminin “doğal” örtüsü/örüntüsü gibi bitiveriyor. Daha “teknolojik” tınlamasını isterseniz, genlerden, genetik dönüşümlerden, yapay virüslerden, nükleer felaketlerden, sermayenin kontrolünde kâr güdüsüyle nereye gideceği belli olmayan (post ya da dost) teknolojilerden de söz edebilirsiniz elbette. Aslında başka felakete gerek yok, yediğimiz gıdaların tohumları bu hızla bozulup giderse, mide-barsak sistemi hepten felç, kanserden ölüp gideceğiz hep birlikte! Sonlardan son beğenin siz de! (“Yaw he he, amma abartıyorsun be!”

Bugünkü gibi devam ederse, NŞA (normal şartlar altında) sonumuz böyle işte. Sömürü düzeninden kurtulursak, kapitalizmin yol açtığı yıkımları, çevresel/doğal felaketleri engellersek, teknolojik gelişimi sermaye birikiminin ve kâr güdüsünün değil insanlığın yararına sunabilirsek “yeryüzü cenneti”ni inşa mümkün hâlâ. Bunu söylemiyor Hawking. Umudu kesmiş anlaşılan. 

Burada niyetim, kısa bir girişin ardından, son zamanlarda okuduğum iki distopik romana geçmekti. Gelgelelim, hem girizgâh babında bir şeyler yazayım derken uzattım hem de bu satırları kaleme aldığım sırada İstanbul’da yaz ortasında yaşanan yağışlı, dolulu çevre felaketini “sosyal medya” aracılığıyla takip etmek durumunda kaldım. 

Bu felaketleri kâr hırsıyla göz göre göre hazırlayan, falanca köprü, filanca havaalanı için yağışları çekecek ormanları yok edip her yeri betona boğan sistemin ortasında, İstanbul’daki yaşamın kıyısında, distopyayı bir de romanlardan anlatmanın şu an için pek bir anlamı yok herhâlde. 

Devamını ve distopik romanları başka bir yazıya bırakalım o hâlde. Yaşadıklarımızın distopik kurgu ve tahayyülleri aştığı, barbarlığın sel olup taştığı, kapitalizmin, bilhassa erk sahipleri, erk yalakaları ve müteahhitleri özelinde iyice şımarıklaştığı bir dönemdeyiz; asıl onlara ve köklü bir mücadelenin olanaklarına bakalım!..