Dışavurumcuyum, var mı?

Evet, öyleyim, isteyen “ekspresyonist” de diyebilir; var mı itirazı olan?

Kavram pek çok kişi tarafından bilinir; ama özüne vakıf olan azdır. Örneğin dışavurumculuk, ilk başta “çelişkili” gibi görünse bile esoteriyle (içreklik, dışa kapalılık) birlikte ayrı bir tat kazanır. Yani, ne kadar içe dönersen, kendi içine kapanırsan, o kadar dışavurumcu olursun. Özellikle ülkedeki ortalama zekâya göre ileri zekâlı olanlar ki ben de bunlardan biriyim, kendi aralarında zekâ yarıştıran muhabbetleri dışarıya yansıttıklarında başka herkes apışıp kalır. Örneğin, geçenlerde aramızda geçen şu sosyal medya kullanımında olduğu gibi:

  • Lady Gaga’nın Türkiye’ye gelişi bana marulu hatırlattı…

  • Lahana değil miydi o!

  • Diğer tarafı mı kastediyorsun?

  • Yok, yarın öğleden sonra…

Orantısız zekâ ürünü bu muhabbetten elbette bizim dışımızdaki kimse bir şey anlamayacaktır. Olsun. Zaten amaç da bu: “Biz başkayız, siz anlamazsınız”ın dışavurumu…

Kolay olduğunu söylemiyorum. İşin içinde ipin ucunu kaçırma gibi bir risk de var. Örneğin geçenlerde partiye bir otobüs alınması konusu gündeme geldiğinde söz isteyip Çanakkale Truva Turizm otobüslerini örnek göstermiştim. Biliyorsunuz, bu firmanın otobüslerinde dalgalı deniz, şehitler abidesi, Truva Atı ve top mermisi taşıyan Seyit Onbaşı gibi birçok görsel malzeme kullanılır. Bizim parti otobüsünde de Marx, Engels, Lenin, 1 Mayıs, Reichstag’a bayrak dikilmesi gibi görseller yer alabilirdi…

Çok mu dışavurumcu olurdu?

Herhalde böyle görüldü ki toplantının sonunda kürsüye çıkan bir büyüğümüz “Aman ha…”, “Sakın ha…” diye bize bir ayar vermek zorunda kaldı.

Demek ki ipin ucunu kaçırmamak lazım…

***

Bu arada ben de, yakın çevremdeki arkadaşlarım da Türkiye’nin nereye doğru gittiğine kafa yoruyoruz, düşünüp tartışıyoruz. Yer yer tıkandığımız noktalar da oluyor elbette; oluyor da, çeşitli medya kanallarındaki usta yazarlarımız bir kez daha “döktürüyorlar.” Akıl, ufuk, kapı, yol, şemsiye vesaire… Açılması gereken ne varsa o döktüren yazılarıyla hepsini açıyorlar. Bize de “Bizim (…) gene döktürmüş, söylenecek söz bırakmamış” demek kalıyor.

Herkes böyle desin diye biz de bir güzel paylaşıyoruz.

Sonra, fildişi kulelerde yaşadığımız sanılmasın. Bizim de işimiz gücümüz var. Örneğin geçenlerde çalıştığım yerdeki insan kaynakları müdürü, mesai arkadaşlarımdan Lale’ye biraz üstten ve kırıcı davrandı. Lale’nin üzüntüsünü paylaşmak, kendisine destek olmak istedim; ama doğrusu söyleyecek fazla bir şey bulamayıp masama döndüm.

Döndüm ve portali açtıktan hemen sonra bizim Behzat’ın yazısını gördüm, ilaç gibi geldi. Ona da ilaç olur diye hemen Lale’ye okuttum. Lale de beğendi ve iş ilişkilerindeki statüsel belirlenmeler hakkında bir beyaz yakalı olarak belki de ilk kez fikir sahibi oldu. Kim bilir, Lale bu yeni fikir donanımıyla birlikte yarın belki de toplumsal ajanlarımızdan biri olacak…

İşte niteliğin önemi…

Neyse, lafı fazla uzatmayayım; sosyal medyada paylaştığımız toplu fotoğrafları görenler önümüzde ağır, ama bir o kadar da soylu ve onurlu görevler olduğunu zaten anlamışlardır. Biz biziz, biz başkayız, biz öyle ona buna benzemeyiz, çok farklıyız, biz bir markayız…

Bu kadar dışa vurduk, gene de anlamamışsanız, artık ne diyeyim?