Çalışmayı sevmeyen Avustralya yerlileri

"Eğer yaşamak için çalışıyorsan neden çalışarak ölüyorsun?" Tuco- İyi, Kötü, Çirkin

Eli Wallach efsane "İyi, Kötü, Çirkin" filminde bir tavuğa bakarak bu sözleri söyler. Sarışın (Clint Eastwood) ile zorunlu bir ortaklığa giren Çirkin (Eli Wallach) serseri, tembel, çalışmaktan sürekli kaçan Meksikalı bir karakter olarak karşımıza çıkar. Çalışmayı sevmeyen ama bir yandan da anlamsız bulan bu karakter bize bir şeyleri sorgulatır. Paul Lafargue'ın kısa ama bir o kadar da muhteşem eseri "Tembellik Hakkı"nda özet olarak sorduğu soruyu aklımıza getirir; bilim, teknoloji bu kadar gelişiyor, üretim araçları giderek yetkinleşiyorsa biz neden daha fazla çalışıyoruz, çalışmak zorunda kalıyoruz?...

Sürekli uyuklayan tembel Meksikalılar, yan gelip yatan çalışmayı sevmeyen (ve ekonomik krizi hakeden(!) ) Yunanlar, siestadan başka bir şey düşünmeyen İspanyollar... Hepsi toplumsal bilincimize emperyalizm merkezli bakış açısı ve iğrenç Türk muhafazakarlığıyla harmanlanarak sokulmuştur. Halbuki OECD verilerine baktığımızda Norveçliler, İsveçliler, Danimarkalılar, Almanlar vd. daha tembel dememiz gerekir, Tablo 1'deki veriler bize bunu söylemektedir!

Tablo 1. OECD verilerine göre yıllık çalışma saatleri

Çalışma saatlerinin artışıyla gerek meslek hastalıkları gerekse de "iş cinayetleri" arasındaki bağlantı konusunda sayısız çalışma bulunmaktadır. Herşeyin ötesinde uzun çalışma yalnızca işle ilgili bir sorun değil, toplumsal da bir sorundur, işçi sınıfının aile yaşamından, toplumsal alışkanlıklarına kadar pek çok şeyi biçimlendirmekte ve giderek daha kötüye götürmektedir. Çalışmak yüceltilir, alınteri kutsal hale getirilirken, çalışanların hanesine ölüm, yaralanma ve yoksulluk düşmektedir.  

Çalıştıran çalışkan, ölesiye çalışan tembel!

Sömürgecilik ve emperyalizmin tarihi, tarih ve kültürün de ters yüz edilmesinin tarihidir aynı zamanda. Eduardo Galeano sayesinde şöyle bir dokunuveririz Latin Amerika'nın kadim halklarının gerçek tarihlerine, veya o “büyülü gerçeklikle” Marquez’in. Dağlarda yaşayan Bolivya yerlilerinin yerin yedi kat dibinde maden çıkarmak için nasıl köleleştirildiğini, Kristof Kolomb ve hemen ardıllarının yerlileri nasıl kutsal çalışma adı altında saatlerce çalıştırdığını, Maya ve Aztek halklarının kitlesel olarak nasıl çalışarak yok edildiğini görürüz yerli işbirlikçiler eliyle. Bu tarihte altı çizilmesi gereken ilginç noktalar var. Kitlesel olarak köle emeği haline getirilen halklar, aynı zamanda görece büyük krallıklar, imparatorluklar tarafından yönetilen halklar. Afrikalı özgür halklar, bizzat Mali, Angola, Senegal, Mozambik'te hüküm süren yönetici sınıflar tarafından yakalanıp "beyaz adam"a teslim ediliyor. İnka, Aztek ve Maya egemen sınıfları bana dokunması diye "beyaz adam"a halklarını teslim ediyor, kendi zor gücünü de işgalcilerin hizmetine sunuyor.

Kuzey Amerika'ya baktığımızda ise daha farklı bir şey görüyoruz. İngilizler Kuzey Amerika yerlileriyle karşılaştıklarında ilk sordukları "kralınız, hükümdarınız, şefiniz kim?" oluyor. Buna tatmin edici bir yanıt alamıyorlar. Özgür kuzey halklarında şeflik çoğu kabilede basit bir temsiliyet makamını temsil ediyor. Kuzey Amerika halkları hiç bir zaman köleleştirilemiyor, hala da mücadeleleri devam ediyor (kendi bağımsız yönetimlerini oluşturdukları ABD-Kanada sınırındaki Mohawk Bölgesi gibi). Komünal yaşam süren kızılderili kabileleri direniyor, otorite kabul etmiyor. Köleleştiremedikleri için gerekli iş gücü ücretli kölelik olarak özellikle İrlanda ve İtalya'dan gelirken, köle emeği ise Afrika'dan geliyor. Kültürel kodlar ise değişmiyor, ABD'nin ekonomik gücünü yaratan İrlandalılar ayyaş, İtalyanlar gürültücü ve tembel, Meksikalılar uyuşuk ve uykucu, tüm siyahlar (onlarca farklı milliyetten de gelse onlar siyahtır o kadar!) Jim Crow karakterinde olduğu gibi eğlenceden ve kaytarmaktan başka bir şey bilmeyen halklar olarak resmediliyor. Benzer bir bakış açısı Avustralya'da da aborijinlere karşı üretiliyor...

Tjukurpa ve Anangu halkı

Afrika kıtasına bakarken nasıl "Afrikalı" deyip geçiyor ve yüzlerce farklı dil ve kültürü tek bir kavramla açıklayan üstten bakıcılığa teslim oluyorsak, aynısını, ama belki de biraz bilgisizlikten, Avustralya için yapıyoruz. Aborijinler diyoruz ama 300'den fazla dil ve kültürü tek bir aborijin kültürüne indirgiyoruz. Genel olarak doğayı bir bütün olarak gören, o doğanın ortak bir ruh taşıdığını düşünün ve insanı da o doğanın bir parçası olarak konumlandıran bu anlayış manizm ve animizmin belki bir karması olabilir. İşin ilginci Dersimli okurlarım biraz incelediğinde Dersim-Zaza kültürü ile Aborijin kültürü ve onun bir parçası olan Anangu halkının Tjukurpa düşüncesi arasındaki benzerliği dikkat çekici bulacaktır. Ovacık Belediyesi'nin resmi aracıyla giderken şoför arkadaşın bir yılanı ezmemek için aniden frene basması "onun canı yanarsa hepimizin yanar" demesi ile gereksiz yere bir ağacı keserken doğanın canının yanacağını düşünen Anangu halkından bir bireyin davranışı, Munzur'u ve çevresindeki kimi su kaynaklarını, ağaçları, kayaları kutsal olarak gören çocuklarıyla orada "piknik" yapan bir Dersimli aileyle, kilometreler boyunca her yıl kendileri için kutsal bir taş, kaya parçasını ziyaret eden aborijin aile arasındaki benzerlik gerçekten muhteşemdir... Neyse çok uzatmayayım, konunun uzmanı değilim, kendi alanıma hafiften kayayım.

Aşağıdaki ilk iki fotoğrafta görünen dev kaya parçası, yaklaşık 342 metre yükseklikte ve 6.2 km toprağın altında derinlikte yekpare (evet bu çok ilginç) devasa bir kaya parçası. Uluru (İngiliz kökenli Avustralyalıların Ayers Rock dediği) bu etkileyici doğa harikası ve 3. fotoğrafta görülen Kata Tjuta (Bir çok kafa anlamına geliyor) ile çevresindeki bölge Anangu halkına ait. Aborijin hakları mücadelesinin bir sonucu olarak 26 Ekim 1985 tarihinde bu bölge gerçek sahiplerine devrediliyor, Anangu halkı da 99 yıllığına Avustralya devletine kiralıyor, ama bu bölgenin ortak bir doğa parkı halinde işletilmesi kaydıyla. UNESCO tarafından dünya mirası listesine girmiş olan bu etkileyici bölgedeye dair sayfalarca yazmak, hatta bir gezi rehberi sunmak mümkün. Bu köşenin sınırlarını aşacağımdan çok daha ayrıntıya girmiyor ve ilgilenen okurları eposta adresime yönlendirmiş oluyorum...

Resim 1 ve 2. Güneşin doğumu ve batımı sırasında Uluru

Resim 3. Kata Tjuta

Kendileri için kutsal olan mekanlara aileleriyle, kimi zaman kabileleriyle birlikte her yıl giden aborijinler, bu kıtaya Britanya'dan yerleşimcilerin gelmesi ve giderek yerleşmesiyle giderek kıtanın "kızıl merkez" (red center) denen çorak kısımlarına itilmeye başlıyor. Yerleşimciler ilk zamanlarda, aborijinlerin bir liman, bir bina, kimi zaman tel örgüyle çevrilmiş bir tarla dışında kamp kurduklarını, sürekli kendilerine baktıklarını, kovsalar bile pasif bir direniş sergileyerek o bölgeden ayrılmadıklarını gözlemliyor. Çok sonradan anlaşılıyor ki, bir aile için kutsal bir kaya parçasının yerinde artık bir bina, kutsal bir akarsu kenarında bir iskele, kutsal bir ağacın yerinde ise bir tarla bulunuyor. Yerli halk tabiri caizse hac vazifesini yerine getirmek için her yıl yine aynı mekana geliyor, geliyor geliyor, o mekanı aynı şekilde görmek, nesilden nesile aktarmak, göstermek istiyor. (Munzur’a hidroelektrik santral kurmak isteyenlere karşı Dersim halkının direnişi de çok ama çok benzer bir noktayı işaret ediyor…)

Aborijinler de Kuzey Amerika yerlileri gibi "ehlileştirilemiyor" bir başka ifadeyle köleleştirilemiyor ve kapitalist üretime dahil edilemiyor. 2002 Avustralya yapımı Rabbit-Proof Fence filminde olduğu gibi, kendi topraklarına ulaşmak için iki kız kardeş, tamamen ailelerinin onlara öğrettiği yön bulma teknikleriyle 2400 kilometre gidebiliyor ve doğdukları topraklara ulaşıyor. Evet çalışmak istemiyorlar, çalışmayı "sevmiyorlar" İngilizler için çalışmıyor, çalıştırılamıyorlar! Doğal koşullar onları çok zorlamıyor, su bulmak hariç! Uluru ve çevresinde bulunduğum zamanlarda, bizim için zaman algısı yalnızca “saat başı bir litre su için, yoksa ölürsünüz” idi. Litrelik su bizim zaman ölçümüzdü, çünkü cidden şakası yok, terlemiyor, susuzluk hissetmiyorsunuz. Ama hava 42-43 dereceyi buluyor, kupkuru bir hava ve su içmezseniz hiçbir şansınız yok! Neyse, bu zor koşullarda avcı-toplayıcı kültür, kitlesel tarım üretimine geçmiyor, ateş yakmak için bile ağaç kesmeye gereksinim duymuyorlar, zira sıcaktan kuruyan, kimi zaman kömürleşen ağaçlar kendilerine yetiyor. Yalnızca yiyecekleri kadar hayvan avlıyorlar ve kulaklarına acı çekmeyeceğini, ruhunun kendilerine geçtiğini söylüyorlar.

Böyle bir nesnellikten ve kültürden alınıp, zorla çalıştırılan veya çalışmak zorunda kalan aborijinler ise başta dil sorunu olmak üzere, kapitalist üretimin o "düzenli", "monoton" yapısına uyum sağlayamıyor. "Verimli" olamıyorlar, "kaza"lara maruz kalıyorlar, istedikleri zaman çalışmak veya dinlenmek istiyorlar, kapalı ortamda durmuyor, duramıyorlar. En önemlisi de çalışmayı gereksiz buluyorlar! Kuşkusuz burada çalışmanın kendisini eleştirmemiz doğru değil, ancak kapitalist çalışmanın eleştirisini yapmak, özellikle de doğal ortamlarından zorla çıkarılmış insanları düşündüğümüzde elzem oluyor. Bu durum bize, göçmen emeğinin sömürüsü ile işçi sağlığı ve iş güvenliği arasında bir ilişki kurma zorunluluğunu dayatıyor. Zira farklı nicel ve nitel boyutlarda pek çok ülkede benzer süreçler belki de yaşanıyor. Tarımsal üretim yapma şansı bulamayan Somalılar veya Ege köylüsü, Soma madenlerinde çalışmak ve ölmek zorunda kalıyor. Savaştan kaçan Suriyeli mühendisler, öğretmenler veya köylüler Gaziantep'te inşaat şantiyelerine iş gücü olarak akıyor. İşçi sağlığı ve iş güvenliği açısından dil, kültür ve yaşam biçimi farklılıkları ciddi anlamda sorunlar doğuruyor ve ülkemiz özelinde düşünürsek de doğuracak gibi görünüyor.

Özgür halklar her zaman “çalışma”ya direniyor, aslında çalışmaya değil sömürüye direniyorlar. Tarihe baktığımızda da bunu görüyoruz. Feodal sömürüye direnenler vahşi, kapitalist sömürüye direnenler ilkel ve tembel oluyor. Değişmeyen gerçek ise, emek gücü sömürüsüne dayanan egemen sistem insan yaşamına değer vermiyor. Özgürlük mücadelesi, eşitlik mücadelesini zorunlu kılıyor…