'Anadolu çomarı'na dair

Kötü huylarımız var. Kötü huylu sözlerimiz, söylemlerimiz. Tümör değil henüz. Ama tümörleşme yolunda.

Yapışıyor da ağzımıza. “Anadolu çomarı” son zamanlarda fena yapıştı mesela. Biz de boş durmuyor, ağzımızda daha çok çiğniyor, başkalarına  yapıştırıp yakıştırıyoruz sürekli. Yakıştırılmayacak gibi de değil hani. Yapıştırıp dururken haksız da değiliz yani. Düşünsenize ne acayip tipler var karşımızda:  

Çıkarcı, çıkarları için her şeyi yapabilen, herkesi satabilen; uyanık, kurnaz, tüccar kafalı, din tüccarı; aşırı bencil, hırt, yoz, sömürgen, soyguncu; kendinden farklı olanları (milli, cinsel, dinsel vb.) aşağı gören, yalaka, cahil, yobaz vb. bir “tip” işte... Tam anlamıyla bir pislik, nefret edilesi!

Sorun şurada: Bu kötücül karakteri, “halk”la ya da halkın geniş bir bölümüyle eşitlemeye başladık galiba. Bilhassa “sosyal ortam”da, içimizi döküp rahatlıyoruz da böyle yapınca. Ama gelin görün ki, “gerçek siyasal/toplumsal hayat”ta bu ciddi bir hata… Ötesinde, kendi duruşumuza dair, nereden gelip nereye gittiğimize dair, kibir ve tevazu arasında nerede devindiğimize dair, “geride bıraktırılmış” olanı ileri çekip dönüştürme kudretimize dair de sorular bırakıyor ortada…

Başkalarını aşağılamadan, küçümsemeden, yükseklerde dahi olsa kendini yüceltmeden siyasetini geliştirebilmek önemli.

Birikimli olanın birikimini ifade etme biçimi, ileride olanın geridekini de ileriye çekme biçimi, önde olanın önderliğini inşa ve realize etme biçimi de önemli…

Buralarda büyük hatalar yapıldığında ya da boşluklar ve soru işaretleri bırakıldığında, o “birikim” o “ileri pozisyon” ve “önderlik” de, “kendinde” bir şey olarak kalmaya başlıyor galiba. Kendi içinde rahatlasa da, dışarı doğru eyleme geçemiyor, gelişemiyor, geliştiremiyor…

Cahil/aptal olanın aslında “cahilleştirildiğini/aptallaştırıldığını” ve ileri çekilmesi gerektiğini de unutuyor. Her şeyden önce konu “siyaset” ise elbette taraflaştırıcı müdahaleler yapılır ama çoğunluğa küsmek olmaz; halkı dönüşterminin yollarını arayıp bulurken, onun kendisini ve değerlerini aşağılamadan yol alabilmek önemli.

Kibir meselesine yakın zaman önce başka bir vesileyle eğildiğimiz için tekrar etmiyorum burada. “Halkız biz, yüzde 99’uz” bilincini parçalaması tekrar edilebilir belki.

Gerçekten de, tüm dünyada solun son zamanda fark yaratan, etki yaratan en büyük eylem ve çıkışlarından biri, “Occupy-İşgal et” hareketi/süreci ve burada geliştirilen “% 99” sloganı değil miydi?  

Biz ezilenler, çok büyük çoğunluğuz, hep bir araya gelerek sistemi değiştirmeyi başarabiliriz... Hal böyleyken, ezilenlerin mücadele ve direniş hatları olarak, ezilenlerin bir bölümünü rencide ederek, (duygusal) mesafeyi açarak neden kendimizi azaltıyoruz ki?

“Yüzde 99” söylemi, solun son yıllardaki en ciddi, somut ve kısmen sonuç alıcı çıkışlarından biri olurken, neler yaptı peki: Halkta karşılık buldu her şeyden önce, (öz)güven verdi. Yayılarak geniş bir kesimi hareketi geçirdi, sınırları aştı. Karşımıza aldığımız sistem karşısındaki gerçek varlığımıza, gücümüze işaret etti. Onlar bir avuç kapitalist ve onun üst düzey yöneticileri, karşılarında halkız biz, gerekirse yıkar geçeriz iradesini ortaya koydu... Hareket, kapitalizmin durgunlaştırıcı, boğucu ikliminde, nefes almamızı sağlayan yeni bir olanak yarattı, toplumculuğu yeniden gündeme taşıdı .  

Hareket durulunca içimize kapanıyoruz, soluğumuz daralıyor; kapanınca da bir türlü dönüştüremediğimiz “başkaları”na etiket ve sakızlarımızı yapıştırarak rahatlıyoruz. Bu defa sakızımızı çiğnerken, aklımıza “ortalama AKP seçmeni”ni getirip, Anadolu’yu da işin içine katarak umarsızca “dağıttık” gitti…

Anadolu’nun çomarı seni! Sanki biz başka bir yerden mi geldik? Başka bir dünyadan. Uzaydan belki! Hepimiz “Anadolu’nun bağrından” olmayabiliriz ama uzaydan da değiliz hani.  Uzun ince yollar da bizim buralarda, bozkırın tezeneleri de; inkar edeceğimize,  daha çok içine girmemiz, dönüştürücü eylemimizi sınamamız gerekmez mi? Zübüğü hicvedip eleştirirken, garibanı onunla eşitlemememiz, tam tersine garibanı zübük hakkında uyarıp bilinçlendirmemiz gerekmez mi?

Kendi dar çevremizde atıp tutacaksak, onu bunu aşağılayarak, “ayrıksı birikimimizi” yücelterek, aramızda takılıp eğlenerek vb. her zaman idare edebiliriz. Halka kavuşacaksak, kavuşma noktalarında önce hemhal  olup sonra ileri  doğru hareket edeceksek, dayanışmacı kanallar yaratacaksak, gelişeceksek, ııh... ağzımızdan çıkan “bağzı” sözleri, cak cak cak çiğneyip durduğumuz sakızları yeniden düşünmeliyiz.