Alçaklığın dipsiz uçurumu

İnsanın alçalmasının sınırları her zaman şaşırtıcıdır. “Bundan büyük alçaklık olamaz” dediğiniz her uğrak, kısa süre sonra gerilerde kalacak, bu lanet düzende daha da alçağı, daha da kepazesi, daha da adisi her zaman çıkacaktır karşınıza. İnsan ruhunun karanlığı ne kadar koyu, bu düzenin kokuşmuşluğu ne kadar büyükse, alçalmanın son durağı da o kadar uzaktadır. Yani alçalmanın sınırı yoktur aslında.

İnsanlar genelde, bir alçaktan söz edildiğinde bir iki kısa ve net sözle alçaklığa lanet okuyup konuyu kapatırlar. Alçak ve alçaklık, hızla geride bırakılmaya, gündemden çıkarılmaya, unutulmaya çalışılır. Mide bulandırıcı bir pisliğe bakmamak için kafayı başka yere çevirmek gibi. Bu, iyidir; çünkü insanlık onurunun hala yaşadığını, alçaklığın ve alçalmanın hala lanetlendiğini gösterir.

Yine de alçaklığın salt bir kişilik eksikliği, bir kötü niyet aşırılığı ya da doğuştan gelen bir erdemsizlik sorunu olmadığını, toplumsal kanallardan beslendiğini, bu nedenle de onur adına direnenler için bir mücadele konusu oluşturduğunu söylemeliyiz. Dolayısıyla, alçalmanın sınırı değilse de, nedenleri üzerine kafa yormanın anlamlı bir tarafı var.

Nedenler deyince, akla ilk gelenler para, şöhret, saygınlık, güç gibi arzular oluyor tabi. Bunda da yanlış bir şey yok. Tümü olmasa da, alçaklığıyla tanınan birçok kişinin bu arzularının tatmini için çaba harcadığı bir gerçek. Ancak tıpkı alçalmanın sınırının olmaması gibi, bu arzuların tatmininin de bir sınırı bulunmuyor. Para her zaman az, şöhret her zaman yetersiz, saygınlık her zaman kırılgan, güç ise her zaman geçici olabiliyor. Daha fazlası, daha parlağı, daha büyüğü, alçağın gündeminden hiç çıkmıyor. O halde hep eksik kalan, hatta bu eksik kalma haliyle tanımlanan bir durumdan söz ediyoruz aslında. Belki de, kapanmayan bir yaradan.

Sartre, Varlık ve Hiçlik kitabında, insanlar arasındaki bakış ilişkisinin bir tahakküm ve eşitsizlik içerdiğini söylüyor. Başkasının size bakıyor olması, bakanın küçük düşürücü, onur kırıcı, utandıran, yaralayan bakışının nesnesi olduğunuz anlamına gelir. Hele bir de size bakan kişi, toplumsal yaşamdaki konumuyla sizin tatmin edemediğiniz arzularınızı simgeliyorsa, bakışın delici işlevi daha keskinleşir.

Her hücresinde hiyerarşik bir düzenin işlediği bir toplumda, her insan başkalarının küçük düşürücü, onur kırıcı, utandıran bakışına maruz kalacaktır kaçınılmaz olarak. Başkasının gözünde yansıyan yetersizlik, üstte olanın bakışından yayılan eksiklik, aşağılanmanın, horlanmanın, yok sayılmanın açtığı yaralar haline gelecektir.

Ve bu yaralar, o derece büyük ve sarsıcı olur ki, insanda yarattığı tahribat, açlığı ya da onuru bile, hatta ölümü bile bastırır. Alçak dediğimiz insanların bu yaralardan kurtulmak için, eksikliğini, yetersizliğini, değersizliğini gizleyebilmek için her türlü erdemden, haysiyetten, gururdan, vicdandan vazgeçmesi, vazgeçebilmesi bundandır.

Çünkü alçak, kendisini, aslında bir hiç olduğu gerçeği ile yücelmek arzusu arasındaki gerilimli alanda var edebilir. Daha zenginin, daha şöhretlinin, daha saygının, daha güçlünün bakışı, ikili bir mekanizma kurar alçak üzerinde: Bir yandan, o bakış sayesinde kendi hiçliğinin, işe yaramazlığının, bayağılığının farkına varmaktadır; diğer yandan da o bakışın sahibini yücelme arzusunun timsali saymaktadır. Bakan göz, hem kendisini yaralayan kibrin sahibi, hem de erişilmek istenen rol modelidir yani.

Alçak, bakış ilişkisindeki yerini değiştirmek için, kendisine bakılan değil de başkalarına bakan, bakabilen özne olmak için alçalır. Yaralayıcı bakışın sahibinde gördüğü nitelikleri edinmeye çalışır; paraysa para, şöhretse şöhret, güçse güç.

Ancak edindiği para, şöhret ya da güç geçici bir tatminin ötesine geçemez. Çünkü erişmeye çalıştığı mevki, esasında her zaman yabancısı olduğu bir dünyayı ifade eder. Ne kadar hızlı yükselirse yükselsin, ne kadar uyanıkça yırtarsa yırtsın, ne kadar adice döneklik ederse etsin, vardığı mevkide her zaman bir “dışarıdan gelen”, hep “şölene sonradan kabul edilen” olacaktır. Kurtulduğunu sandığı eksiklik, yetersizlik, bayağılık, bir doğum lekesi gibi üzerinde kalacaktır.

Fakat görülmekten, hatta hor görülmekten daha kötüsü de var: Hiç görülmemek, görülmeye bile değer bulunmamak.

Alçaklığı sınırsızlaştıran, sonu gelmez bir düşkünlüğe vardıran da bu uğrak zaten. Alçak, her ne kadar kendisine acı verse de, görüldüğü sürece, görüldüğü kadarıyla, görüldüğü ölçüde varlığını duyumsayabilir. Görülmemek ise, bir hiç olduğunun, işe yaramaz olduğunun, sıradan ve alelade olduğunun başkaları tarafından da onaylanması anlamına gelir.

Görülmemek, ölmekten beterdir.

İşte bu noktada, alçak, sanki herkese “görün beni” demektedir. “Bir kahraman, bir yüce kişilik, bir başarı timsali olarak görmüyorsanız, hiç olmazsa bir alçak olarak görün” demektedir.

Hiç görülmemektense, bir hiç olarak görülmeyi istemektedir yani.

Görülene kadar alçalması, alçaldıkça görüleceğini sanması bundandır esasında. Alçaklığın sınırlarının bu kadar geniş, alçalmak için yuvarlanılan uçurumun bu kadar derin olmasının nedeni de budur bir anlamda.

İyi de bu yazıda, iktidarı övme peşrevini geçtikten sonra ağzındaki baklayı çıkarıp dizilerde rol isteyenlerden; yıllarca kendisi de dahil birçok meslektaşının haklarını savunmuş bir kuruma kayyum atandığı için yayvan yayvan sırıtanlardan; her hafta birkaç on bin lira karşılığında yaptığı televizyon programında kadınların evde oturup erkeğinin koruması ve bakımı altında yaşamasının faziletini anlatanlardan; kendi askerliğini bedelli yapıp memleketin yoksul çocukları savaşta can versin diye yaygara koparanlardan; yandaş değil uyumluyum diye makyaj tazeleyenlerden söz edecektik.

Olmadı.

Yoksa, oldu mu?