TTB Yüksek Onur Kurulu Üyesi Dr. Ali Özyurt ile 'Umuduna Yaşamak' üzerine bir sohbet

TTB Yüksek Onur Kurulu Üyesi Dr. Ali Özyurt ile 'Umuduna Yaşamak' üzerine bir sohbet

“Bu dava Hipokrat’a ağıt değil, Hipokrat’ı selamlamak için bir fırsattır.” *

Evrim Sayın

Sevgili Özyurt ile üç sene önce ilk kitabı üzerine bir görüşme gerçekleştirmiştik. Söz Uçar Yazı Kalır adlı kitabında dünyaya dair meramını, öğrencilik yıllarını, kızını, umutlarını, umutsuzluklarını, hayatındaki eşiklerden biri olarak değerlendirdiği Gezi’yi anlatmıştı. Kitabına ve hayatına dair samimi bir görüşmenin üzerine kendisine bir teşekkür borçluyum çünkü bu görüşmemizi yeni kitabına eklemiş Sevgili Özyurt.

Umuduna Yaşamak – İyi Hekimlik Mücadelesinde 30 Yıl adlı eserinde kendisinin de üyesi olduğu Türk Tabipler Birliği’nin kurulduğu günden bugüne değin vermiş olduğu var olma mücadelesini kronolojik olarak, toplumsal olaylara karşı geliştirdikleri çözümlerle ve tüm bunların kaynağındaki aktörlerle kayıt altına almış. İlk kitabında unutmadığı Gezi’yi, bu eserinde o dönemde gün gün aldığı notlarla tekrar yad etmiş. Gezi’deki gizli kahramanlardan Ali Özyurt, tıpkı diğer meslektaşları gibi yargılanan Gezi Hekimleri arasında. Bir yandan rahatsızlığıyla, bir yandan hakkında açılan davalarla uğraşan Özyurt, inadına ve umuduna yaşamaya devam ediyor. Gezi’ye gönül veren hepimiz gibi…

TTB’nin, kurulduğu günden bugüne dek verdiği varoluş mücadelesini kronolojik olarak gözler önüne sermişsiniz eserinizle. Son olarak Gezi Parkı Direnişi ile taçlandırmışsınız bu görünür olma isyanını. TTB’nin hayatınızdaki yeri ve önemi için neler söylemek istersiniz?  

12 Eylül sonrası siyaset yapacak ortam ve yapılar kalmamıştı.  Bütün partiler ve demokratik kitle örgütleri kapatılmıştı. Türk Tabipler Birliği ve İstanbul Tabip Odası’na da kayyum atanmıştı. Benim Tabip Odası ile tanışmam 12 Eylül sonrası yapılan 1984 seçimlerinde genel sekreter seçilen Dr. Nejat Yazıcıoğlu döneminde oldu. Nejat Abi aynı zamanda uzun yıllar Türkiye İşci Partisi içinde mücadele vermiş ikinci TİP kurucuları arasında olan sosyalist bir hekimdi. Genç tıp öğrencilerini meslek örgüne kazandırma çalışmaları içinde tanıştım İstanbul Tabip Odası ile. Daha öğrenciydim. İlk işim aidat toplamak, dergi dağıtmak, 14 Mart Tıp Bayramları ve genel kurullarda görev almaktı. 1987 yılında mezun olduktan sonra ilk işim odaya üye olmakla başladı. O gün bugündür meslek örgütümle bağımı hiç koparmadım. Bizimki bir aşk hikayesi desem yalan olmaz. Ben örgütümü, örgütüm de beni çok sevdi. Bana özerklik tanıdı ve beni oda başkanı yetkileriyle donatarak yapmak istediğim her türlü çalışmaya destek verdi. Hiyerarşinin olmadığı nadir kurumlardandır Tabip Odası. Özgürlük sevdalısı bir genç hekim için en uygun adres İstanbul Tabip Odası idi o zamanlar.

Mesleğe başladığınız köyde duyduğunuz yalnız hissinden dem vurmuşsunuz. Yeni bir başlangıcın ve taşra sakinliğinin üzerinizde yarattığı bu hissi emekli olduğunuz şu sıralarda da yaşıyor musunuz? Meslek hayatının başı ve sonu arasında böyle bir döngü var diyebilir miyiz?

Yalnızlık duygusu ömrüm boyunca peşimi bırakmadı. Kendimi kalabalıklar arasında yalnız hissettiğim çok olmuştur. Özgür kılar insanı yalnızlık. Taşra zamanlarında mekansal ve fiziksel yalnızlık çekiyordum. Şimdi emekli olduğum bu günlerde çektiğim yalnızlık biraz farklı. Artık 33 yıldır bir metropolde yaşıyorum. Sosyal çevrem çok gelişti. O yüzden mekansal ve fiziksel yalnızlığın dışında bir duygu yaşıyorum. Bunca yaşanmışlıkların sonunda yenilmişik duygusunun verdiği bir duygu bu. Bazen bunca mücadele boşa mı gitti diye düşünüyorum. Bu kez milyonlarca kalabalık içinde kendimi kısıtlanmış, özgürlüğü elinden alınmış, her hareketi izlenen, yalnızlığı bile kontrol edilen bir birey olarak düşünüyorum kendimi. Sürekli izleniyoruz. Yalnız kaldığımızı düşündüğümüz anda bile nerede olduğumuz, ne yaptığımız izleniyor. Ancak şunu söyleyebilirim, meslek hayatımın başında aynı zamanda 18 yıllık eğitim ve öğretim hayatımda sona ermişti. Artık bir meslek sahibiydim. Çok sevdiğim Üniversite çevresinde ve ailemden uzaklaşmıştım. Yaşamak, barınmak, geçinmek için çalışmam gerekiyordu. Ekonomik olarak bağımsızlığımı kaybetmiştim. Aile desteği sona ermişti. Bugün ise emekli olduktan sonra 30 yılın birikimi olan çevrem, dostlarım, iş arkadaşarımla her gün görüşemez oldum. Artık işsiz bir hekimim. Bunun verdiği bir yalnızlık duygusu yaşamıyorum desem yalan olur. Eskiden çoğu angarya da olsa sık sık telefonla aranırdım. Hastanede ziyaretçilerim olurdu. Şimdi ne arayan ne soran var. Bunun getirdiği bir yalnızlık duygusu yaşıyorum. İşini kaybedenlerin yaşadığı yas sürecini ben de yaşıyorum.

Kitabınızın ilk sayfalarında “Sadece hizmet ağırlıklı populist sağlık hizmeti sunumu”na geçildiğinden bahsediyorsunuz. Bu değişimden önce “standart uzmanlık eğitimi” verilmesi hakkındaki çabalarınız şu an nereye düşüyor? Ayrıca yakın bir zamanda uzun bir süre gündemde kalan “şehir hastaneleri” projesinin içeriği hakkında neler söylemek istersiniz?

Biz sol - sosyalist çevreden gelen idealist hekimler, bir yandan devrim düşleri kurarken diğer yandan toplum sağlığını önceleyen, koruyucu hekimliğe değer veren, herkese eşit ve ücretsiz sağlık hizmetinin sunulduğu bir sağlık ortamı hayal ediyorduk. Bunun yasal altyapısı da 27 Mayıs İhtilali sonrası Nusret Fişek ve arkadaşları tarafından hazırlanmıştı. Ancak sağcı iktidarlar, sağlıktaki sosyalizasyon politikasını hazmedemediler ve sürekli önüne engeller çıkardılar. Her yerde sağlık ocağı açılması 20 yıl sürdü. O da başka bir darbenin (12 Eylül 1980) eseri olarak baştan savma yapıldı. Türkiye’de standart bir tıp ve uzmanlık eğitimi hiçbir zaman verilmedi. Ancak bunu düşünen ve çaba gösteren bir grup genç akademisyen vardı. Bunların ortaya çıkardığı çok değerli raporlar ve araştırmalar var. Bugün bu idealist hekimler de yok oldu. Herkes pragmatist oldu ve Sağlıkta Dönüşüm Programı’na biat etti. O nedenle gelecek konusunda çok kaygılıyım.

Şehir hastaneleri konusunda çok yazılıp çizildi. Asrın projesi olarak lanse edildi. Türk Tabipler Birliği bu konuda bir çalışma grubu kurdu. Web sayfasında ayrıntılı raporlara ulaşmak mümkün. En son Ankara Bilkent Şehir Hastanesi açıldı. Dev kampüsler içinde çok sayıda geniş hacimli binalar ve onbinlerce insanın, yüzbinlerce başvurunun yapıldığı dev fabrikalar gibi yapılardan bahsediyoruz. İnsancıl bir mimariye sahip olmayan, ruhsuz, çalışanların görüşünün alınmadığı bir Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın (SDP) zirvesindeyiz. 17 yılını dolduran SDP ömrünün olacağını sanmıyorum. Kamu Özel Ortaklığı adı altında kamu açıkça zarar ettiriliyor. Temel amaç sermaye transferi. Kamu bütçesinden yandaş firmalara milyarlarca dolar akıtılıyor. Bunun karşılığı olarak ekonomik krizle baş başa bırakıldık. Ucuz iş gücü, aşırı çalışma saatleri; mutsuz, tükenmiş, yüzleri gülmeyen sağlık çalışanları ve kendini büyük bir AVM’de sanan hasta ve hasta yakınları topluluğu… Gerçekte üretilen sağlık değil,  sağlığın ticarileşmesi. Eğitim, ulaştırma, güvenlik gibi sağlık da serbest piyasa düzeninin bir parçası oldu. O yüzden Sağlık Ekonomisi diye programlar açıldı. Oysa DSÖ’nün de itiraf ettiği gibi sağlığın ekonomisi olmaz. Nasıl serbest piyasa ekonomisi çöktüyse Sağlıkta Dönüşüm Programı da çökeçektir. O devasa yapılar şimdiki albenisini yitirecek, yıldız gibi parlayan yapay ışıkları birer kara deliğe dönüşecektir. Üzücü olan, bu programları ülkemize pazarlayan emperyalistler ve yerli işbirlikçileri gününü gün ederken milyarlarca dolarlık yükü halkın sırtına yüklenecek olmasıdır.

“Hekimlik Onuru ve Özlük Hakları Bildirgesi” nedir? Günümüzdeki uygulamaların bu bildirgeyle alakası var mı?

Hekimler mesleki varoluşlarının temelinde yer alan insan acısını dindirmek, hastalıklarını iyileştirmek ve insan sağlığını korumak amacı ile savaşların ortaya çıkardığı yıkımın ve barışın sağladığı olanakların en yakın tanıklarıdır. Bu tanıklıklar çok zaman, savaşlar ve silahlı çatışmaların yol açtığı can kayıpları, fiziksel ve ruhsal travmalar başta olmak üzere sağlığı etkileyen her türlü sosyal, ekonomik ve çevresel olumsuzluklarına ilişkin raporlarla belgelenmiştir. Bu nedenle tarihin her döneminde ve dünyanın her coğrafyasında hekimlerin birincil görevi yaşama saygı göstermek olmuş; oluşturdukları ortak ilkelerle savaşa karşı barışı, ölüme karşı yaşamı savunagelmişlerdir.

Dünya Tabipler Birliği’nin ve ulusal tabip birliklerinin tıp etiği alanındaki bildirgelerinde, hekimlerin mesleki faaliyetleri sırasında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Cenevre Sözleşmesi ile Ek Protokolleri başta olmak üzere insan hakları alanındaki uluslararası sözleşmelere, uluslararası insan hakları hukukuna ve evrensel meslek etiği ilkelerine bağlı kalacakları dile getirilmiştir. Örneğin, Dünya Tabipler Birliği’nin ‘Silahlı Çatışmalarla İlgili Tutum Belgesi’nde yer alan “Hekimler ve ulusal tabip birlikleri savaşın insani açıdan yol açacağı sonuçlar konusunda hükümetleri ve devlet dışı aktörleri uyarmalıdır.” ifadesi, konuyla ilgili evrensel ilkeyi ve meslek örgütlerinin sorumluluğunu açıklıkla ortaya koymaktadır. Bu bağlamda “hekimlerin silahlı çatışmaların başlatılması ya da sürdürülmesiyle ilgili kararlarında; siyasetçilerin, hükümetlerin ve güç sahibi başka kesimlerin bu kararların sağlık dahil çeşitli alanlarda yol açabileceği sonuçların farkında olmaları için çalışmaları gerektiği” vurgulanmaktadır. Aynı tutum belgesinde “Silahlı çatışma, kişilerin ve toplulukların sağlığına olduğu kadar sağlık tesisleri, konut, içme suyu şebekeleri ve kanalizasyon dâhil kritik altyapılara da zarar verir. Ayrıca çevresel bozulmaya yol açar. Kritik önem taşıyan altyapının bu şekilde tahribi malnütrisyonla birlikte örneğin kolera ve tifüs gibi suyla geçen enfeksiyon hastalıklarına neden olabilir. Savaş hali aynı zamanda fabrikalar ve üretim merkezleri, tarım dahil olmak üzere çalışma yaşamıyla ilgili altyapıyı da tahrip eder.” denilmekte ve savaşın bir halk sağlığı sorunu olduğu dile getirilmektedir. Savaşlar ve silahlı çatışmalarla ilgili bu ortak tutum, TTB’nin Hekimlik ve İnsan Hakları Bildirgesi’nde de yer almaktadır.

Meslek etiği ilkelerini barındıran en temel metinlerden birisi de “Hekim Andı”dır. Hekimler göreve başlarken “hekimlik mesleğinin onurlu ve saygın geleneklerini koruyup geliştireceklerine, tıbbi bilgilerini hastaların yararı ve sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi için paylaşacaklarına, tehdit ediliyor olsalar bile tıbbi bilgilerini insan haklarını ve bireysel özgürlükleri çiğnemek için kullanmayacaklarına” and içmektedirler.

Türkiye’de ve dünyada sağlık hakkının geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sizin için ideal bir sağlık sisteminde olması gereken özellikler nelerdir?

Kapitalizm sürdüğü sürece sağlık hakkı bir söylem olmanın ötesine gidemez. Bizler bunun mücadelesini vermeye devam edeceğiz. İdeal bir sağlık sistemini uzayda aramaya gerek yok. Küba örneği tek başına yeterli.

İdeal sağlık sisteminde öncelik koruyucu hekimliğe verilmelidir. Kamu sağlığa daha çok yatırım yapmalıdır. Sağlık harcamaları genel bütçeden karşılanarak herkese eşit ve güvenceli sağlık hizmeti sunulmalıdır. Ezilen ve yoksul kesimlerle, yaşlılar, çocuklar, engelliler, göçmenler ve azınlıklara sağlık hizmetlerinde önecelik tanınmalıdır. Sağlık hizmet sunumu evlere kadar yaygınlaştırılmalıdır. Yerel yönetimlere daha geniş yetkiler verilmelidir. Sağlıkta israftan kaçınılmalı ve sağlık bütçesi rasyonel bir şekilde kullanılmalıdır. Tedavi edici hizmetler çok pahalıdır. O yüzden kanser, kalp hastalıkları, diyabet, şişmanlık, psikiyatrik rahatsızlıklar gibi milyar dolarların harcandığı hastalıklardan korunmanın yolları araştırılmalı; bu hastalıklara erken tanı konmalı ve bu hastalıklar tedavi edilmelidir. Son olarak yaşlılık gittikçe artıyor. Bu da sağlık harcalamalarının artacağı anlamına geliyor. Buna yönelik önlemler de alınmalıdır. Hastaların belli yaşam standartlarında yaşamaları sağlanmalıdır. Yaşadıkları çevrede sağlık sorunları olabildiğince çözülmeli ve kişiler rehabilite edilmelidir.

Çoğumuzun Gezi’ye dair hatırlamak isteyip de kaydetmediği için hatırlamakta zorlandığı detayları günlük tutar gibi not almışsınız. Benim en derinden hissettiğim eksik budur kendi hayatıma dair. “Neden yazmadım?” diye söylenir dururum. Tüm bunlara şahit olup, aynı anda kaydetmek neler hissettirdi size? “Ali Özyurt da oradaydı!” dediğinizi duyar gibiyim.

Gezi, hiçbirimizin tahayyül edemeyeceği bir halk isyanıydı. Bir şimşek gibi çaktı ve gitti. Ben o zamanlar görevim ve toplumsal sorumluğum gereği küçük küçük notlar aldım. Aynı zamanda medyayı ve kamoyunu anbean doğru bir şekilde bilgilendirdim. Gezi İddianamesi’ni okuyanlar ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklar. 24 Haziran’da Silivri Adliyesi’nde görülecek Gezi Davası’nda Mücella Abla gibi, Can gibi omuz omuza verdiğimiz mücadele arkadaşlarımız, dostlarımız ağırlaştırılmış müebbetle yargılanacaklar. Benim tuttuğum günlükler başka şeyler söylüyor oysa. Sırf bu yüzden bile tarihi bir belge niteliği taşıdığını düşünüyorum. Hiçbir zaman pişmanlık duymadım. İyi ki Gezi’yi yaşadım. “Neden yaşadım?” sorusuna en anlamlı yanıttır Gezi: Gezi’yi görmek için! Direnmek için! Gezi düşleri kurmak için yaşadım. Kızımın benimle gurur duyacağı en önemli yaşam kesitinin Gezi olacağını düşünüyorum. Gezi beni gençliğime geri götürdü ve kurduğum devrim düşlerinin bir gün mutlaka gerçekleşeceği inancını pekiştirdi.

İstanbul Tabip Odası Kriz Masası’nın başına geçtiğinizi not almışsınız 31 Mayıs 2013 Cuma günü saat 16.30’da. O gün ve sonraki günlerde yaşanılanları unutmak mümkün değil elbette fakat aklınızdan çıkarmakta zorlandığınız bir anı bizimle paylaşır mısınız?

Dürüst ve güvenilir olmak. Gezinin ilk günlerinde birisi kalp krizi sonrası öldü. Gezi’de yediği biber gazı etkisiyle olduğu söylentisi yayıldı. Bizdeki bilgi, Gezi direnişine katıldığı ancak ölümün Gezi Parkı’nın dışında olduğu ve biber gazı ile ölüm arasında ilişki kurulamayacağı yönünde idi. Bütün dünya benim ağzımdan çıkacak bir söze bakıyordu. Ben duraksamadan uluslararası ve ulusal basına bu ölümün Gezi ile ilgisi olmadığını söyledim. Bu anımı hiç unutamam. Bir diğer anım ise gönüllü sağlıkçılara yaptığımız çağrıdır. 200 kişilik kapalı bir salon tutmuştık. Toplantıya yüzlerce hekim, tıp öğrencisi, asistan ve sağlık çalışanı geldi. Toplantıyı Taksim’de bir sokakta yapmak sorunda kaldık. Ben kısa bir bilgilendirme konuşması yaptım. Oldukça heyecanlı idim. Gezi direnişine binlerce sokak sağlıkçısının canları pahasına katıldığını söylemek isterim. Hayatımda hiç yöneticilik yapmadım. Ancak Esenyurt eski Belediye Başkanı Dr. Gürbüz Çapan beni görünce hep Gezi Komünü’nün Sağlık Bakanı diye takılır bana. Bunu da tatlı bir anı olarak hep hatırlarım.

Bir okur olarak dakikalarca durup üzerine düşündüğüm, belleğimi tazelemeye çalıştığım bir kısım vardı kitabınızda. Valizinizi olası bir gözaltı ihtimaline karşı hazırlayıp, beklediğiniz kısım… Beyaz önlükleri üzerlerinde, elleri kelepçeli Gezi hekimlerini unutmadık elbette. Sizin de bahsettiğiniz gibi revirler kurup bu revirlerin denetimlerini sağlayan, eksiklerini gideren ve yaralanan direnişçilere ilk müdahaleyi yapan Gezi hekimlerinin “Hekimlik Andı”nı bir an olsun aklından çıkarmadığını söylemek mümkün. O dönemde daha fazla insanın ölmesine engel olduğu için gözaltına alınan, yakın zamanda “Savaş bir halk sağlığı sorunudur.” dediği için haklarında tutuklama kararı verilen meslektaşlarınız için ve onlar adına neler söylemek istersiniz?

Öncelikle meslektaşlarımla onur duyduğumu söylemek isterim. TTB Davası’nın siyasi bir dava olduğu başından belliydi. İddianameyi okuyunca bu, gün yüzüne çıktı. Siyasi iktidar  için TTB Merkez Konseyi Üyelerinin ceza almasının sembolik bir değeri vardı. Nitekim öyle oldu ve savunmalar hiç dikkate alınmaksızın düşünce özgürlüğü alanına giren bir konu Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Bizim derslerde okuttuğumuz, etik ilkelerde yer alan ve meslek andımızın gereği olan barışı savunmak ve şavaşa karşı olmak suçmuş gibi önümüze sunuldu. Oysa bizler bu açıklamanın suç olmadığını o kararı veren yargıçlar gibi biliyoruz. Görevlerini ve topluma karşı sorumluluklarını yerine getiren meslektaşlarımızın bugün olduğu gibi her zaman yanlarında olacağız.

Anlatınızın sonundaki gibi röportajımızı da “sağlıkta şiddete karşı acil çözümler” diyerek bitirelim istiyorum. Günümüzde gittikçe genişleyen bu şiddet sarmalı için ne tür önlemler alınmalı?

Öncelikle iktidarın samimi olması gerekir. İki yüzlülükle bu sorun çözülmez. Popülist politikaların sonu Malatya örneğinde olduğu gibi bir öğretim üyesinin odasının benzinle ateşe verilip kundaklanması ve hastanenin kısmen yanması ile sonuçlanır. Akıl alacak gibi değil. Bu hükümet ve sistem değişmediği sürece sorun çözülmez. Sağlıkta şiddet uygulayanlara karşı verilen cezalar artırılmalıdır. Hastane ve sağlık birimlerinin fiziksel kapasiteleri artırılmalıdır. Sağlıkta insan gücü açığı kapatılmalı ve güvenlik önlemleri daha nitelikli ve önleyici olmalıdır.

Samimiyetiniz ve direngenliğinize hürmetle…

*Gezi hekimlerinin yargılandığı davadan Hekim Erenç Yasemin Dokudan’ın savunmasından

DAHA FAZLA