Mehmet Said Aydın: Ölüme bile hürmet olamadığı bir dönemin ertesinde, normal bir şiir yazamazdım

Mehmet Said Aydın: Ölüme bile hürmet olamadığı bir dönemin ertesinde, normal bir şiir yazamazdım

Son şiir kitabı raflardaki yerini alan şair Mehmed Said Aydın'la 'Lokman Kasidesi' hakkında konuştuk.

Nazlı Eda Piyade / @nazliieda_

Lokman Kasidesi, geçtiğimiz hafta raflardaki yerini aldı. Kusurlu Bahçe, Sokağın Zoru ve Dedemin Definesi'nden tanıdığımız şair Mehmet Said Aydın bu kez de tarihe not düştüğümüz tüm yaraları da açık açık önümüze seriyor. Bunu da alışık olduğumuz bir tarzla değil kaside formatını kullanarak yapıyor.

Biz de 90'ların Kızıltepesi'nden aldıklarını 2010'ların metropolüne bırakan Aydın'la son şiir kitabı Lokman Kasidesi'ni konuştuk. 

"Susma/ gördüklerin oldu/ bildiklerini hatırla/ susma" diyen Aydın, “Böyle günlerden geçerken normal şiirler yazamazdım” diyor.

'İYİ ÖĞRETMEN ŞANSI OLAN BİR DÖNEMDİ'

Kusurlu Bahçe, Sokağın Zoru, Dedemin Definesi’nden sonra Lokman Kasidesi’yle karşımızdasınız. Ben yazdıklarınızı okuduğumda günlük hayatlardan çok bir derdi anlatma gayenizi hissettim. Sizin için de böyle mi gerçekten? Nereden geliyor bu yazma eylemi sizin için?

Sanıyorum büyük kriz dönemlerinde insanlar “kurtulmak” ya da “rahatlamak” biraz, söylemenin imkânlarını kullanmak için bir şeyler yapıyor. Bizim kuşak, biraz erken ihtiyarladı denebilir. Büyüme koşulları, dünyanın vardığı hal... Küçükken her şey daha büyüktür malum. Yaş farkı da öyle gelirdi bana. Kocaman adam diye düşündüğüm insanlar, olsa olsa 20’lerindeymiş meğer. Biz de benzer bir süreçten geçtik belki. Tüm bunların içinde kendini yazmaya, çizmeye atıyorsun elbette.

Öte yandan benim yaş grubumun “iyi öğretmen” şansı olmuş. Çoğumuzun iyi bir öğretmen hikâyesi var. Benim de çok iyi bir öğretmenim oldu.

Ve bizim lise dönemi de genel olarak böyleydi. O dönem oralarda büyüyenler arasında, yazar da felsefeci de sinemacı da çıktı.

Bir yandan da tuhaf entelektüel bir dünyanın içindeydik ben daha lisedeyken Foucault okunuyordu, bu emsali sanırım sık verdim. Belediyelerin festival yapma dönemiydi öte yandan. O kadar çok müzisyen, edebiyatçı, kültür sanat insanı geldi ki Diyarbakır’a. Şimdiden bakınca hayal gibi görünüyor. Yayıncılık da bu kadar vahşi değildi sanırım, birçok edebiyat dergisi gelirdi ve okurduk.

'DAHA SOMUT BİR ŞEYİN PEŞİNDEN GİTMEYİ TERCİH ETTİM'

Peki böylesi 90’larda çocuk olmak, sizi yazmaya ittiği kadar yazıların içeriğini de şekillendirdi diyebilir miyiz?

Ben yazmaya başladığımda Selim Temo, Seyyidhan Kömürcü, Kemal Varol gibi isimlerin ilk kitabı çıkmıştı. Onlardan hemen önce Metin Kaygalak’ın şiirleri yayımlanmıştı. Hepsi çok değerli ve güçlü şairler olmakla birlikte başka başka şeyler yazdı aslında. Benim tercih ettiğim onlarınkinden biraz daha farklıydı denebilir.

Ben 2002 yılında İstanbul’a geldim, 18-19 yaşından beri, hayatımın esas kısmını gurbette geçirdim. Belki Kızıltepe’de kalsaydım, karşısında olduğumu farz ettiğim lirik bir dille devam edebilirdim. Daha anti-lirik, daha somut bir şeyin peşinden gitmeyi tercih ettim. Bu somutluk beni gündeliğe, kendi hayatıma götürdü. Aynı dönem, Marksizm’e de ikna olduğum, dünyaya emek temelli, fabrika emeği temelli bakmaya başladığım bir dönemdi. İlk kitaptaki şiirlerde bahsini açtığım metroya binmek, durak isimlerini ezberlemek, aradaki mesafeleri öğrenmek ile Levent’te hangi işçi mahallelerinin olduğunu öğrenmenin at başı gittiği bir zamandı. O fabrikalara gittim, oralarda “turist” olmadan konuşmaya, bakmaya çalıştım. İşçi örgütlenmesini kitabi bir şey olmaktan çıkarıp, tecrübe etmeye çalışıyordum kendi hayatımda. Tüm bunlarla daha somuta, belki geçmişime götürdü, bunları kendi hayatımla birleştirdim. O yüzden o bahçeye (“Kusurlu Bahçe”) gittim, o yüzden “Sokağın Zoru” dedim.

Yoksa zaten ben yazmaya başladığım dönemde, çok güçlü bir şiir yazılıyordu. Ben de orada doğmuş, oradan konuşmuş insanların içinden bir şey çıkarmaya çalıştım. Ahmed Arif'ten, çok kuvvetli bir yerden bize emanet kalan sesi, daha bugünden konuşan hatta bazen edebiyatı da geriye atarak çıkarmaya çalıştım.

Şunu demek de bir sakınca olmaz sanıyorum, Kızıltepe'de büyüyen bir Mehmet Said Aydın'la büyümeyen Aydın arasında bir fark olacaktı?

Elbette. Sanırım o yüzden, Kızıltepe Muhipleri Cemiyeti Murahhas Azası olarak habire Kızıltepe’den bahsediyorum.

'ANKARA'YI, SURUÇ'U HAKKIYLA KONUŞAMADIK BİLE'

Gezi kuşağının içinden biri olarak, henüz bizim kuşağın yaşadıklarını anlattığı, çok güçlü yapıtlar ortaya konmadığını söyleyebilirim. Siz her ne kadar “Kendi durduğum yerden anlatmaya çalıştım” deseniz de ben “Çalınmış bütün uykuların hesabını soracağız / hesabını soramadık çalınmış bütün uykuların” dizelerini okuduğumda kendimden bir şeyleri de çokça görebiliyorum...

Böyle hissetmeniz benim muratlarımdan biriydi doğrusu. Benim bu kitaptaki birincil derdim, edebî üslubu öne çıkarmak değildi. Yani bir form arıyordum bunları anlatmak için ve o formu geçmişte buldum. Ama aslında bugünü anlattım o formla. Çünkü bunların konuşulamıyor olmasına inanamıyorum.

Bu ülkede Ankara Katliamı oldu, kitlesel olarak inanılmaz büyük katliam. Çoğumuzun eşi dostu öldü, hepimiz orada olabilirdik. Birçok arkadaşımız oradaydı. Onun hemen öncesinde Suruç oldu, orada gencecik pırıl pırıl arkadaşlarımız, kardeşlerimiz katledildi. Konuşulamadı bile üzerine, bir şey söylenemedi. Bugün anması bile yapılamıyor hakkıyla.

'DOSTLUĞUN MERTÇE OLMASINDA BİR ŞEY YOK, DÜŞMANLIK DA MERTÇE OLSUN'

Bizim oturup kalkıp Ankara’yı konuşmamız lazımdı. Cizre’yi, Sur’u, Nusaybin’i saymıyorum bile. Taybet Ana’nın ölüsü günlerce sokakta kaldı, bir bebeğin cenazesi buzdolabında bırakıldı, çürümesin de gömülebilsin diye. Faraza o bebek bile “terörist” olsun, en yoğun savaş dünya dönemlerde bile insanlar birbirlerinin cenazesine hürmet göstermişlerdir. O yüzden Ahmed Arif diyor ya “Mertçe olsun isterim dostluk da düşmanlık da.” Dostluğun mertçe olmasında bir şey yok. Düşmanlık da mertçe olsun. Madem düşman olarak görülüyoruz o zaman o da mertçe olsun. Ölüme bile hürmet olamadığı bir dönemin ertesinde, normal bir şiir yazamazdım.

“Siyah poşetlere her gece ölmemiş bedenlerimizi koyarak evlerimize gittik, yürüdük sokakları bir şey olmamış gibi lokman” dizeleri de buradan çıktı öyleyse...

Hendeklerden hemen sonra Diyarbakır’a gitmiştim. Romantize etmek istemiyorum ama sokaklarda in cin top oynuyor, kimse kimsenin gözünün içine bakamıyordu. Bizim oralarda da birçok taşra kenti gibi siyah poşetle eve giden abilere laf edilir. Nedir siyah poşetle eve gitmek? İçinde içki var demektir. Anneme “Nasıl durumlar?” diye soruyordum o günlerde habire. Bir defasında “Herkes siyah poşetle eve gidiyor,” demişti. Yani hiç beklediğimiz insanlar bile evlerine siyah poşetle gider olmuştu. Bu cümle kulağımda, “siyah poşetlere kendi cesetlerimizi koyuyoruz aslında” cümlesini doğurdu. O yenilgi halinin bir görüntüsü, zihnimde siyah poşetler haliyle kaldı..

Peki kapak resmi? Yani kitabın içinde kendinden bu kadar şey bulan ben, kitabın kapağını yabancılıyorum. Nedir hikâyesi?

Kapak İhsan Oturmak diye ressam bir arkadaşımın işleri. Diyarbakırlı, çok beğendiğim bir ressamdır, aynı yerden konuştuğumuzu düşünmüştüm. Kitap yayımlanmadan, aslında bir buçuk yıl önce kapağı yapılmıştı. Kapağın kendisi, yazılma sürecinde vardı; ki muhakkak etkilenmişimdir de yazarken o resimlerden. Safların aralarında boşluklar var söz gelimi, o boşlukları ölüme yormuştum ben.

Ama bir risk de almış oldum. İki yönlü aslında: İlki anlattığım gibi, diğeriyse 17 yıldır söylemi siyasal İslam’a yaslanan bir iktidar var ve tüm bunlar onların döneminde oldu. Dolayısıyla bu insanların zamanında olan şeyleri anlatırken, onların hayatındaki bir şeyle söylemeyi de tercih ettim diyebilirim. Onlar da gördüklerinde “Bir dakika ya ne alaka?” diyebilsinler diye düşündüm.  Örneğin arka kapakta da toplanıp bakan insanlar var ve nereye baktıkları konusunda bir soru işareti koymak istedim.

'ARTIK HİÇBİR KELİME SERİN DEĞİLDİ BENİM İÇİN'

Sokağın Zoru’nda “serin bir kelime” vardı. Lokman Kaside’sinde ise “şimdi hiçbir kelime zinhar serin değildir”e dönüşmüş. Nedir ikisi arasındaki fark?

Türkçede “serin” sıfatı, biraz olumsuzluk vurgusu taşır. Kürtçede ise “serin” yani “hênik” müthiş olumludur. O dizeyi, Türkçenin imkânıyla Kürtçedeki kullanılma biçimini bilerek çarpıştırmıştım.

“Sokağın Zoru” Gezi direnişi zamanıydı, “Kusurlu Bahçe”de benim için her şey çok yeniydi, Lokman’da ise hendek süreci geçmiş, Rojava geçmiş, kitlesel tutuklamalar, katliamlar yaşanmıştı. Sonuçta bu anlamıyla, Lokman Kasidesi bir “yenilgi” kitabıdır. Dolayısıyla hiçbir kelime serin değildi benim için, yazarken.

Burada kendimi de şerh ediyorum öte yandan. Hiçbir kelimeyi serin görmemekle birlikte, artık kelimelerin bize faydasının olmadığı bir zamana geldiğimizi hissediyorum. Böyle dönemler tarihin her uğrağında yaşandı elbette, sonuçta köşeye sıkışırsın, sonra başka bir kitlesellik doğar ve başka bir şey olur.

Peki siz buna inanıyor musunuz? Yani bu cenderenin kırılacağına?

Diyalektik de, tarih de bize bütün cenderelerin kırıldığını söylüyor. Yılmaz Güney’in o cümlesini hatırlayalım. İyidir hatırlamak.

DAHA FAZLA