Marksizm ve Radikal Demokrasi

Çağdaş Oklap - İleri Görüş

Marksizmin tarihi boyunca sağın çeşitli vehçeleri olan liberalizm, milliyetçilik ve muhafazakarlık tarafından uğradığı saldırılar bir yana, özellikle 1980’li yıllarda neo-liberalizmin yükselişiyle beraber kendi içinden de üretilen eleştirilere maruz kaldı. Bu eleştiriler, SSCB’in çözülüşü ve sosyalizm mücadelesinin geri çekilişiyle giderek saldırı boyutuna ulaştı ve kendine Post-Marksizm adını vererek, anti-Marksist bir konumlanışa oturdu.

1985 yılında yayınlanan, Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau imzalı "Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru"(1) adlı kitapla ‘’teorik bir çerçeve’’ye kavuşan bu anti-marksist konumlanış; özne, nesnellik, toplum ve tarihsel süreç gibi konularda klasik Marksizmin kurucu ilkelerini reddediyordu. Bununla birlikte, verili anlamda hiçbir düzenin olmadığını bunun ise ancak söylem yoluyla kurulabileceğini iddia ediyorlardı. Bu iddia doğal olarak keyfiyeti beraberinde getiriyordu. Bu keyfiyet durumunun sonucu ise, gerçekliğin içinde hiçbir şekilde zorunluluğa bağlı ilişkileri var edecek hiyerarşik bir nedenselliğin kurulamayacak olmasıydı. Bu olmadığı için de gerçekliğin biçimlenmesinde etkili olacak kategoriler tam da bu ilişkisizlik nedeniyle; rastlantısallık, söylem, eklemlenme vb.leriydi.

Post-yapısalcılığın Marksizme yedirilme çabası olan bu tezlerin politika alanındaki sonucu, işçi sınıfının üretim ilişkilerindeki konumundan kaynaklı olan ontolojik ve merkezi öneminin ve dolayısıyla da sınıf politikasının inkar edilmesiydi. Sınıf politikasının yerine önerilen, hegemonik olarak söylem yoluyla bir araya getirilecek olan çeşitli toplumsal öznelerin demokratik mücadelesi gibi muğlak bir politikaydı. Bugün bakıldığında post-Marksizm için şunu rahatlıkla söylebiliriz: Post-Marksizm; ideolojiyi ve politikayı, ekonomiden ve siyasetten tamamen farklı ve ilişkisiz birer yapı olarak kavrayan bir yaklaşım olarak, Marksizmin temel argümanları olan işçi sınıfının öncülüğünün, üretim tarzı ve ilişkilerinin belirleyiciliğinin, proletarya diktatörlüğünün, sosyalizme politik bir devrim ile ulaşılmasının sol içinde sorgulanması ve red edilmesinin teorisidir. Yakın bir tarihte kaybettiğimiz değerli Marksist Ellen M.Wood’un "Sınıftan Kaçış"(2) adlı kitabında yaptığı gibi, bu teorinin köklerini 1840’lı yıllara kadar götürmek bile mümkündür.

Radikal demokrasi ise, işte bu anti-Marksist teorinin politik alandaki stratejisidir.

Anti-Marksistliği bir yana, her şeyden önce bu strateji gerçekçi bir strateji midir?

RADİKAL DEMOKRASİ: ORTAYA KARIŞIK KOKTEYL

Bizim açımızdan yanıt net: Hayır. Türkiye soluna bir bütün olarak bakıldığında (bu hedef açıktan savunulmasa bile) kimi lekelerini görüyoruz. Ama özellikle, "demokratik özerklik" tartışmalarıyla yeniden gündeme gelen Kürt Özgürlük Hareketi’nin teorik ve merkezi metinlerinde, anti-sömürgeci tarih okumaları ile, maduniyet okulu ile, ekolojik-komünal sosyalizm ile, özyönetimcilik ile, köy komünleri ile, otonomcu anarşizm ile, dünya sistemciliği ile harman edilerek kurucu ilke olarak karşımıza çıkıyor.

O halde, Marksistler için elzem olan bu kurucu ilkeyle teorik ve siyasi düzeyde güncellikle bağını kurarak yeniden tartışmaktır. Çünkü, Kürt ve Türk emekçilerinin ortak mücadelesinin yolu, bu tartışma içerisinde ve bu tartışmanın politik sonuçlarıyla yeniden örülmek zorundadır.

Post-Marksizmin dolayısıyla da radikal demokrasinin, Marksizmin kurucu ilkelerini reddettiğini söyledik. Radikal demokratlar bu reddedişin teorik arka planını, Marksizm içi kimi tartışmaların sonucunda ortaya çıktığını iddia ettikleri boşluklara dayandırmaya çalıştılar. Bu noktada, Luxemburg ve Gramsci vb.nin, klasik Marksizmin sınıf indirgemeciliğinden, kaba ekonomizminden uzaklaşmaya imkan verdiklerini iddia ettiler.

Doğru mu?

Luxemburg’un, Leninist tipte öncülüğe olan şüpheci yaklaşımı malumumuz. Lakin burada, radikal demokratlar tarafından yapılan bir çarpıtmayı da düzeltmek gerekiyor. Radikal demokratlar tarafından iddia edildiği gibi onun işçi sınıfının öncü rolünü inkar edişin ilk nüvelerini verdiği yolundaki tez çarpıtmadan başka bir şey değil. Tam tersine, Luxemburg’un işçi sınıfının sosyalist devrimdeki öncü rolünü kabul eden onlarca yazısına bakmak yeterli cevabı verecektir. Perry Anderson’un "Doğu/Batı Sorunu" adlı çalışmasında da belirttiği gibi; ‘’onun özgün yanı, bu devrimi siyasal şartların elverişliliği açısından, işçi sınıfının kapsamlı dalgaları içinde oturtma’’(3) eğiliminde olmasıdır. Luxemburg’un öncülüğe karşı olduğunu söylerken üzerinden özenle atlanan noktanın Spartakist Birliği’nin kurucusu olması ise oldukça manidardır.

Diğer taraftan, bir çarpıtma da Gramsci’nin "tarihsel blok" ve "hegemonya" kavramları üzerinedir. Öncellikle Gramsci; ‘’tarihsel blok’’u sınıfsallıktan azade, çeşitli ezilen toplumsal kimliklerin biraradalığının mümkün olduğu bir ilke olarak değil, sınıfı birleştiren bir ilke olarak ele alır. Bu anlamıyla da Gramsci’nin "tarihsel blok"u Marksizmden bir kopuş değil onun içinde bulunduğu toplumsal formasyonda yeniden üretimidir.

Hegemonya kavramı ise, klasik Marksist literatür açısından bakıldığında kavramın ilk defa Plehanov tarafından dolaşıma sokulduğunu biliyoruz. Daha sonra Lenin, demokratik devrimde köylülükle ittifak meselesinde siyasal öncülüğe vurgu yapmak için kullanmıştır. Daha sonra ise, Gramsci, İtalya’nın özgül bağlamında bu kavramı Lenin’den alarak yeniden üretmiştir. Radikal demokratlar, Lenin’in hegemonyaya, sınıfçı; dolayısıyla da otoriteryen bir anlam atfettiği, Gramsci’nin ise kavrama demokratik ve özgürlükçü bir anlam atfettiği gibi oldukça mekanik ve ahistorik bir ayrıma gidiyorlar. Her şeyden önce, Gramsci’nin hegemonya kavramı, Lenin’den bir kopuşa değil, sürekliliğe işaret eder. Buradan hareketle, Lenin, "Ne Yapmalı?"nın ilgili bölümünde(4) hegemonyanın "demokratik" içeriğini uzun uzun anlatır. Gramsci’ye gelince, kavrama yüklediği anlam açısından işçi sınıfının tarihsel öncülük misyonunu toplumsal mücadeleler ve demokratik talepler çoğulluğuna eklemleyerek silikleştirmesinin, dolayısıyla da iddia edildiği gibi işçi sınıfının öncülüğünün sorgulanmasının önünü açması tezi tarih dışıdır. Gramsci, hegemonyayı sınıftan bağımsız, karmaşık bir kimlikler toplamının politik öznesi olarak da tanımlamaz. Gramsci’de hegemonya, sınıfsal belirlenimlidir ve hegemonik özneden kastı ise işçi sınıfıdır. Gramsci, kapitalizmde yalnızca iki temel sınıfın (proletarya ve burjuvazi) hegemonya kurabileceğini, bu iki temel sınıf dışındaki ara sınıfların ise proletarya veya burjuvazinin hegemonyaları altında yer alabileceğini söyler. Tarihsel blok ise, işte bu iki temel sınıfın kurduğu veya kuracağı hegemonyaya dayanmaktadır. Lenin ve Gramsci arasındaki hegemonya kavramı üzerindeki süreklilik tam da ittifak meselesinin nasıl olması gerektiği üzerindedir. Gramsci, içinde bulunduğu toplumsal formasyona uygun bir biçimde leninist ittifak stratejisi geliştirmiş, adına da tarihsel blok demiştir. Unutulmasın, Gramsci, menşeviklerin muhafazakar Marksizmine karşı Ekim Devrimi’ni ‘’Kapital’e Karşı Devrim’’ olarak selamlamış, İtalya’da bolşevik partinin nasıl olması gerektiğini ‘’Modern Prens’’ kitabıyla teorileştirmeye çalışmış; Leninizme ciddi bir katkı sunmuştur.

Gramsci açısından bir parantez açmakta yarar. Bugün için Türkiye solunun, ortodoks kesimlerindeki Gramsci alerjisini anlayabilmek pek mümkün değil. Geçmişte post-Marksistler ve radikal demokratlar tarafından adı kirletilen yetenekli bir teorisyen ve hayatını komünizme adamış partili Gramsci’nin hegemonya, tarihsel blok kavramlarının bugünün Türkiye’sini yorumlama ve mücadele pratiğini örme açısından oldukça önemli girdiler yapabileceğini akılda tutmak gerekiyor. O anlamıyla da 1980’lerde ‘’kimlik bulanımında olan Gramsci düşüncesi’’nin 2015 Türkiye’sinde, ortodoks Marksizm tarafından yeniden yorumlanmasını gerekiyor.

RADİKAL DEMOKRASİ: SINIF VE EVRENSELLİK KARŞITLIĞI

Dünya tarihsel olarak bakıldığında, bizlere hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken uzun gericilik yıllarından sonra, dünyanın çeşitli coğrafyalarında kapitalizme karşı direnişin yeniden canlandığına tanık oluyoruz. Kapitalizme karşı hareketlerin dünya ölçeğinde bakıldığında, böylesi bir öfkeyle patladığından bu yana neredeyse 50 yıllık bir zaman geçti. Elbette, bu 50 yıla yaklaşan süre zarfında arada bir ortaya çıkan sarsıntılar, kapitalizmin tüm dünyaya biçtiği neo-liberal projeyi kısa süreli rayından çıkaran gelişmeler yaşandı. Ama bunların hiçbiri, ülkemizden (Haziran İsyanı) tutun Amerika’ya uzanan bir coğrafyada son 3 yılda yaşananlar kadar çarpıcı değildi.

Bu hareketlerin ne kadar bir süre için geri çekildiklerini belirlemek şu an için mümkün değil. Ama en azından, uzunca bir süredir, radikal demokratlar tarafından kimlik-demokrasi vb. gibi kategorilere sıkıştırılan sol söylemin içeriğini değiştirmiş durumdalar. Dünyada sol, yeniden sınıf ve sermayeyi gündemine oturttu. Soyut ve teorik bir biçimde değil, en öncelikli siyasal sorun olarak.

Radikal demokrasinin başarısı, kapitalizmin özneye gerçek dayatmalarda bulunan gerçek bir yapıya sahip olduğu, sınıfın gerçek sömürü ilişkilerinden kaynaklandığı, emeğin kolektif örgütlenmeden gerçek bir menfaati oluğu gibi neredeyse solun, iki yüzyıldır aklıselimini sağlayan önermelerinin modası geçmiş, arkaik şeyler olarak kabul edilmesini sağlamasıdır.

Post-Marksizmin ve ona dayanan radikal demokrasi stratejsinin, ekonomi ve politika birbiriyle ilişkisiz birer yapı olarak tanımladığını söyledik. Bu nokta da, radikal demokrasinin Marksizme getirdiği eleştiri, yapı-üst yapı diyalektiği çerçevesinde, her ikisinin arasında bir ilişki tanımlamış olmasıdır. Diğer yandan, üretim ilişkilerinden kaynaklanan konumu nedeniyle işçi sınıfına tarihsel ve merkezi bir rol verdiği için eleştirir. Radikal demokrasi stratejisi açısından işçi sınıfı ekonomik bir kategoriden başka bir şey değildir ve bunun doğal sonucu olarak diğer "ezilen" toplumsal kategorilere göre toplumun değiştirilip dönüştürülmesinde ayrıcalıklı bir konumda değildir.

Ayrıcalıklı bir konuma sahip olmadığına göre, toplumun değiştirilip dönüştürülmesi görevini üstlenecek olan kategori hangisidir?

Radikal demokrasi açısından bunu sağlayacak olan, eklemlenme pratiği içinde konjoktürel olarak bir araya gelen çeşitli özne konumlarıdır. Yani herhangi bir evrensel sınıf çıkarına karşılık gelmeyen toplumsal gruplar: Bu kimi zaman eşcinseller, kimi zaman feministler, kimi zaman etnik gruplar, kimi zaman da o konjoktürde ortaya çıkan başka kategorilerdir. Yani konjoktür değiştiğinde değiştirme-dönüştürme görevini üstlenecek politik öznelerdir.

Radikal demokrasinin, klasik "marksizmi indirgemecilikle suçladığını söyledik. Marksizmin bu tür yorumları olduğunu biliyoruz. Ama bildiğimiz bir başka şey, Marksizmin yapı-üstyapı diyalektiğine ilişkin bakışının bu kaba yorumlara indirgenemeyeceğidir. Yani, sınıfların tarihsel özneler olarak toplumsal dönüşümdeki rollerinin anlaşılması ancak ve ancak siyaset ve ekonomi arasındaki diyalektik ilişkinin kavranmasıyla mümkündür. Bu ilişki kavrandığı sürece evrensek bir kategori olarak sınıf, hem ekonomik bir kategoriye hapsolmaktan çıkar hem de toplumsal dönüşümdeki merkezi ve öncü rolü berraklaşır.

21. yüzyıldayız. Marksizmin doğuşundan bugüne geçen sürede işçi sınıfının yapısı sürekli olarak değişime uğruyor. Bu nokta da Marksistler "sınıf sorunsalı" ile boğuşuyorlar. Bu konuya ilişkin olarak, radikal demokrasinin sığ eleştirilerine yöntemsel bir cevap verilebileceğini düşünüyorum: Dışsal olanın özselleşmesi olgusu.

İster sınıf sorununa ilişkin bir Marksist çözümleme olsun, ister emperyalizmin yönelimlerine ilişkin Marksist çözümleme olsun yöntem seçici ve önceliklendirici olmalıdır. Örneğin, sınıf sorunsalına ilişkin olarak yapılan çözümlemede ‘’özsel’’ diye tabir edilen bir öge yer alıyorsa, o zaman çözümleme bu özsellikle birinci dereceden ilişkide olan süreçlerle işe başlamalıdır. Radikal demokratların Marksizmi indirgemecilikle suçladığı şey budur. Kendilerinin de indirgemecilik eleştirisi dışında, indirgemecilik sayılmayacak herhangi bir çözümleme üretemediklerini de hatırlatalım.

Marksizm içinse durum bu kadar basit değil. Bugün sınıf sorunsalıyla uğraşan bir Marksistin sınıfı belirleyen etmenler arasında dışsal olanların aynı zamanda özsel oldukları durumlarla karşılaşmaması işten değil. Örneğin, 1970’li yıllarda Türkiye işçi sınıfını üzerine yapılan bir çözümlemede, Kürt kimliğinin çözümlemeye dışsal sayılması mümkündü. Ama bugün, aynı Kürt kimliğinin, üzerinde verilen mücadele de düşünüldüğünde son derece özsel bir olgu haline geldiğini kabul etmemiz gerekir. Buradan hareketle, Marksist teori ile ilgilenilen sorunsal arasında verimli bir ilişki kurmak mümkün. Kuram (Marksist teori) belirli bir sorunsalın varlığını bilince çıkarır; o sorunsalı tanımlar ve bir çerçeve çizer. Ardından sorunsalla bağlantılı gelişmeler, kuramın önceki çerçevenin sınırlarını zorlamaya başlar. Bu durumda, ya kuram tamamen terk edilir ya da geliştirilerek sorunsalın yeni bürünümlerini de kapsayacak biçimde yetkinleştirilir.

SONUÇ YERİNE

Post-Marksizmin stratejisi olarak radikal demokrasi, politik alanların ve öznelerin çoğullaştığını ve bu çoğulluğun indirgenemez bir karaktere sahip olduğundan hareket eden, birey ve temel haklarını baz alan evrensellik ilkesini tanımayan hegemonik bir söylemden başka bir şey değil. Bu tasarının, çeşitli dolayımlarla Türkiye halklarının AKP’den kurtuluş umudu olarak sunulması ise Türkiyeli Marksistlerin önündeki ciddi bir mesele olarak duruyor.

Peki ne yapmalı?

Öncelikle Marksizm ve radikal demokrasi arasındaki ayrımları vurgulamakla beraber örgütlülüğü, mücadeleyi, siyasal etkinliği, dayanışmayı aralıksız sürdürmek gerekiyor. Ama belki de en önemlisi, hem daha politik hem daha örgütlü, hem de daha Marksist yepyeni bir kuşağın yetişmesine olanak veren bir tartışma zeminini körüklemek gerekiyor.

Bu konuda Ellen M. Wood’un çağırısı oldukça yerinde: "Tüm geleneksel akıl yürütmelerle ters düşecek, kışkırtıcı bir iddiayla başlamama izin verin. İddiam, şu an içinde bulunduğumuz tarihi anın, Marx'ı geri getirmek için en kötü değil en iyi, en uygunsuz değil en uygun an olduğudur. Hatta, Marx'ın -gerçekte yaşadığı tarihi anı dışarıda bırakmadan- ilk defa olarak hakkını alması gerektiği ve alabileceğini iddia ediyorum.''(5)

1) Kitap, dünyada 1985 yılında çıkmış olmasına rağmen, Türkiye’de 1992 yılında İletişim yay. tarafından basıldı.

2) Sınıf’tan Kaçış: Yeni ‘Hakiki’ Sosyalizm. Yakın zamanda kaybettiğimiz Ellen M. Wood, bu kitabıyla Post-Marksizm’e ve Radikal Demokrasi stratejisine meydan okuyarak, o döneminki genç marksistlerin fikir dünyasının oluşumunda büyük izler bırakmıştır.

3) Perry Anderson, Antiono Gramsci, Doğu/Batı Sorunu ve Strateji, syf: 107

4) Lenin, Ne Yapmal?, syf:103-105

5) Ellen M. Wood, http://monthlyreview.org/1997/06/01/back-to-marx/