Gerçek sorunlarla yüzleşmek: İyi bir başlangıç

Gerçek sorunlarla yüzleşmek: İyi bir başlangıç

"Açıkçası bu karmaşık tabloda her bir başlıkta söz söylemeye, bir şeyler yapmaya çalışan bir sosyalist öznenin başarı şansı bulunmuyor. Yapılması gereken söylemimizi bir ana başlık altında toplayarak sadeleştirmek. Pratiğimizi de bu eksenle uyumlu olacak bir toplumsal kesime odaklamak."

İlyas Torlak

Bu yazıda Can Soyer’in Rejimin Sınır Ötesi: Sol başlıklı yazısında açtığı tartışmayı biraz daha ilerletmeye çalışacağım. Ancak önce bir noktaya değinmek gerekiyor: Can Soyer’in solun toplumsal/siyasal alandan tasfiye edildiği, mevzilerini kaybettiği gerçeğini dile getirmiş olması.

Açıkçası bu konu ancak dost sohbetlerinde bir tür itiraf niteliğinde, kısık sesle dillendirilebilen bir konu. Bu gerçeğin bir siyasal hareketin merkezinde duran örgütlü bir sosyalist tarafından açıkça ortaya konması başlı başına önemli bir adımdır. Çünkü sorunu tüm çıplaklığıyla ortaya koyamayanlar, çözüm de üretemezler.

Maalesef Türkiye’deki birçok sosyalist yapı bu gerçekliği bildiği halde yokmuş gibi davranarak, üyeleri ve taraftarlarına başka bir gerçeklik inşa ederek siyasal varlığını sürdürüyor. Bu sanal gerçeklik; tarihsel imgeler ve anlatılar, durumu mantığa bürüyen analizler ve öngörüler gibi öğelerden oluşuyor. Bu sanal gerçeklik içerisinde, bir araç olarak var edilen örgütler giderek bir amaca, bir fetiş nesnesine dönüşüyor.

Can’ın da, bu satırların yazarının da parçası olduğu kolektifin en olumlu yanı nedir diye sorulsa, ben kendi payıma: “Türkiye gerçekliğinin ve bu gerçekliğin oluşmasında kendi payının/eksikliğinin farkında olma durumu” olarak cevaplarım.

Türkiye İşçi Partisi’nin değerlendirmelerinde, üyelerinin yazılarında, hatta milletvekillerinin konuşmalarında bu farkındalığı görebilirsiniz. Bu hakkı teslim ettikten sonra yazımıza devam edebiliriz.

Daha önce söylendiği gibi somut durumun doğru tahlili, durumu değiştirebilmenin asgari koşuludur. Az şey değildir. Ancak solun siyasal arenadan dışarıya itildiği, gücünün ihmal edilebilir düzeyde olduğu tespitini açıkça yaptıktan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Başat sorununuz elinizi kolunuzu bağlayan bu tablonun tersyüz edilmesidir. Yapmanız gereken şey adlı adınca “solu toplumsal alanda yeniden inşa etmek” olmalıdır.

Peki, ama nasıl?

Öncelikle önünüzde başarılması oldukça zor bir görev olduğunu ve elimizde çok sınırlı bir güç bulunduğunu hatırlayalım. Bu durumda ilk yapılması gereken sadeleşme ve odaklanmadır. Ülke gündemi yerel seçimler, sanatçılara dönük baskılar, savaş çığırtkanlığı gibi birçok başlıkla çalkalanıyor. Öte taraftan ekonomik krizin yükü emekçilerin sırtında günden güne artıyor. İşçi sınıfı direnme eğilimi içerisinde; bir yol arıyor. Açıkçası bu karmaşık tabloda her bir başlıkta söz söylemeye, bir şeyler yapmaya çalışan bir sosyalist öznenin başarı şansı bulunmuyor. Yapılması gereken söylemimizi bir ana başlık altında toplayarak sadeleştirmek. Pratiğimizi de bu eksenle uyumlu olacak bir toplumsal kesime odaklamak.

Şüphesiz bu öneri başka soruları gündeme getiriyor:

Bu başlık ne olmalıdır? Sözü edilen toplumsal kesim hangisidir?

Bu soruları cevaplamak elbette kolay değil. Ancak Can’ın ortaya koyduğu resmi biraz daha ayrıntılandırırsak belki bazı ipuçlarına ulaşabiliriz. Bu resimde siyasal olarak üçe bölünmüş bir Türkiye haritası var. Ülkenin Kürt illerinden oluşan kısmı esas olarak Kürt Özgürlük Hareketi tarafından belirleniyor. Yine ülkenin batısında yaşayan sayıları milyonlarla ifade edilebilecek Kürt emekçileri de aynı belirlenim altında. Kürt Hareketinin rotasında sosyalistlerle çakışan başlıklar olduğu gibi bölge düzeyinde sosyalistleri zora sokacak yönelimleri de mevcut.

Öte taraftan büyük kentler ve ülkenin deniz kıyısı bölgelerine kümelenen cumhuriyetçi/laik hassasiyetlere sahip bir kesimden söz etmek mümkün. Bu kesim de belli yönleriyle sol bir duyuya açık olmakla beraber gelişen şoven dalgalara meyyal. Sınıfsal birleşimi de bir hayli karışık.

Ve son olarak “meşhur yüzde elli.”

Maalesef bu tabloda sosyalist siyasetin ayrı bir yeri, kapladığı bir hacim, harekete geçirebildiği bir toplumsallık yok. Sorunumuz bu.

Bu toplumsallıkların politikleşme dinamiklerine bakıldığında muhalif kesimde farklı eğilimler olduğu görülüyor. Ülkenin batısında cumhuriyetin tasfiyesine dönük tepkiler, sınıfsal olarak orta basamaklarda bir yaşam tarzı kaygısı biçimde ortaya çıkarken, daha alt kesimler, örneğin kentin yoksul mahallerindeki Alevi kesim açısından “varlığını tehdit altında” hissetmeye dönüşüyor.

Öte taraftan artık büyük kentlerde sınıfın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş Kürt emekçilerin kaygıları bambaşka bir düzlem. Örnek olsun; 3. Havalimanı şantiyesinde Azeri işçilere zulmeden ustabaşının işten çıkarılmasını talepleri arasına alan Kürt işçiler, bundan kısa bir süre sonra koğuşlarda Kürtçe müzik dinledikleri için gözaltına alınabiliyor. Yani isteseler de dertleri -kimilerinin istediği gibi- sadece sınıfsal meseleler olamıyor.

“Karşı tarafa” gelince konu daha netameli bir hal alıyor. Bu kesim AKP ile, daha özelde “Reis” ile bir kimlik edinen, “üst akıl” vs. unsurlara karşı amansız bir mücadele içerisinde kendini bulan bir toplama sahip. Öte taraftan kimileri için “çomar” vs. denilerek kestirilip atılabilecek bu topluluğun içerisinde sınıfın önemli bileşenlerinden azımsanmayacak bir kitle olduğu göz ardı edilemez. Örneğin bugün haklı olarak alkış tutulan, kararlılıklarıyla direnişlerinde 200’lü günleri deviren Flormar işçilerinin en azından bir bölümünün AKP seçmeni olduğunu tahmin edebiliriz. Şu anda hangimiz onlarla yoldaş olmaktan gurur duymayız? Burada sorun AKP seçmeni deyince akla “hülooğcular”, “g.t kılları”, “kürtajcı amcalar” gelmesidir. Örneğin bir saat servis yolculuğuyla Çorlu’daki işine giden ya da Dilovası’nda fabrikalardan çıkan zehirden oluşan bulutun altında yaşayan emekçilere, sosyalistlerin söyleyecek sözü yok mudur? Açıkçası “benim AKP seçmeniyle işim yok” diyen bir sosyalist özne, iktidar hedefinde ya da en azından Türkiye’de bir köklü dönüşüm hedefinde havlu atmıştır. Bu net.

Sosyalistlerin bütün bu kesimlerin taleplerini bir potada eritmesi ya da hepsine birden farklı biçimlerde seslenmesi söz konusu değildir. Bugün yapılan biraz da budur. Bu az miktarda olan ışığı dağıtan bir mercek kullanmaya benziyor. Aslında ihtiyacımız olan ışığı bir noktada toplayan bir mercektir.

Dolayısıyla yapılması gereken bu kesimlerden birine yönelmek ya da ikisini Saray’a karşı bir araya getirecek bir formül aramak değil, adlı adınca bu üçlü yapının ortasına yeni bir kanal açmaktır. Bu kanal öyle “ekseniyle” falan değil doğrudan emek politikasıyla açılabilir. Her yerde olarak değil, olunması gereken yerde olunarak genişletilebilir.

Bu yapılırken enerji kaybı yaratacak her tür tartışma, verimli olmayan her türlü araç, sonuç getirmeyen her türlü yöntem tereddüt edilmeden terk edilmeli, kaynaklardan olabildiğince tasarruf edilmelidir.

Şüphesiz eldeki güç ve olanakları, doğru yöntem ve araçları içeren daha detaylı bir plan yapmak gerekli. Böyle bütünlüklü bir plana sahip, “Ne yapmalı?” sorusuna bir cevap verebilecek kararlı bir topluluğun bu toprakların geleceğine dair bir izi olacağından kuşku duyulmamalıdır.