Dayanışma mücadelesi sivil toplumculuk mu?

İleri Görüş - Ebru Pektaş

Gezi direnişiyle birlikte sosyalist solda bir kez daha yerel örgütlenme, yerel ağlar oluşturma, dayanışma hattı kurma gibi mücadele başlıkları gündeme geldi malumunuz. Ancak konunun hak ettiği kuramsal ve pratik ilgiyi gördüğünü söylemek zor.

Kimi haklı kaygılar barındırsa bile dayanışma dendiğinde sivil toplumculuğun, yerellik dendiğinde sınıftan kaçışın, kitlesel örgütlenme dendiğinde Leninizm ihlalinin ilk ağızdan öne sürülmesi oldukça garip. Peki tehlikeler yok mu?

Kentsel dönüşüm gündemlerinden, eğitim ve sağlık hakkına, pratik hedefleri olan, kimi zaman bir parkı ya da tarihi bir iş hanını yıktırmamak, kimi zaman dayanışma ağları kurmak gibi gündelik mücadele konularıyla uğraşmanın ‘asıl dava’yı unutturucu etkileri olabilir mi? Bunu ayrıntılı ele almak gerek.

Diğer yandan kutsal ellerini gündelik, dünyevi işlerden uzak tutmaya çalışan bir soylu gibi bu meselelere bulaşmamak daha az riskli değildir. Bu kez salt propagandacılık gündeme gelecektir ki, Erkin Özalp’in bir tuhaf solculuk türü dediği yaklaşımdır:

“Peki, bugün ve somut olarak neler yapmalıyız, tarihsel hedefimize ulaşmak için? Asıl önemlisi, bugün yapacaklarımızla sosyalist devrim hedefimiz arasındaki bağlar somut olarak nasıl kurulacak?

İşte tam bu konuda hiçbir şey söylemeyen bir solculuk türüyle karşı karşıyayız.

Örgütleneceğiz, sosyalizmi savunacağız, düzenle uzlaşmaz olacağız, liberalizme geçit vermeyeceğiz vs. vs. Bir başka deyişle, 30 yıldır yapmaya çalıştıklarımızı aynı kararlılıkla (ya da eskisinden daha da büyük bir kararlılıkla) yapmaya çalışacağız...

İyi de, olası bir devrimci durumda iktidar alternatifi olmamızı da sağlayabilecek olan gücü nasıl kazanacağız?”(1)

İşte, iktidar alternatifi olmayı sağlayabilecek gücü kazanmaya çalışmak; bunun önemli bir parçası olarak yerellerde kök salmak, dayanışma-direniş ağları kurmak; bunun için yaygın örgütlenmeler içinde yer almak ve bu anlamda güncel kimi mevziler elde etmek için görece geniş bir toplumsallık içinde devinmek mümkün müdür?

Dahası tüm bu mücadele bir tür sivil toplumculuk riski taşır mı? Sorularımız bunlardır.

SİVİL TOPLUMCULUK RİSKİ

Muhtarlarıyla hemhal olan Erdoğan resmi, AKP Rejimi'nin sivil toplumunu anlatıyor

 

Türkiye’de sivil toplumculuk tartışmasının hararetle yürütüldüğü yıllar esas olarak 90’lar. Kavramsal bir netlik için dönemin değerlendirmelerini kısaca hatırlamakta fayda var.

Sivil toplum ideolojisi en başta devlet ile sivil toplum arasında kategorik bir ayrıma dayanır. Dahası kendini siyasal parti, parlamento gibi geleneksel siyasal mekanizmalara alternatif, bunların boş bıraktığı alanlara yönelen, devlet dışı olmak anlamında ‘bağımsız’ sivil topluluklar, projeler olarak ortaya koyar.

İşte bu ideoloji de tıpkı diğerleri gibi gökten zembille inmemiştir. Zembille inse daha dekoratif olabilirdi ama işte sevimsiz ‘90’ların sevimsiz nesnel nedenleri sivil toplum fikrini -uzun evveliyatına girmiyoruz- ortaya koymuştur. Bu nesnel nedenler, devletin koruma politikalarından el etek çektiği koşullarda neo-liberal politikalara sosyal bir nitelik kazandırmak, olası yıkıcı etkileri azaltmak vb. olarak tarif edilebilir. Konunun bağlandığı nokta pratik olarak, hükümetlere bu işler için verilen krediler, hibeler, Dünya Bankası ya da Bölgesel Kalkınma Bankaları gibi kurumların bu işler için kesenin ağzını açmasıdır.

Afili kavramlar havada uçuşur: Yeni kalkınma hümanizmi, liberal kamusal alan, çoğulculuk, iyi yönetişim vb. Dahası tüm bunlar reel sosyalizmin çözülüşü, sınıf mücadelesinin geriye çekilişi, sosyalizmin prestij kaybıyla bütünleşecekti.

Neyse ki kapitalizmin zafer sarhoşluğu çok da uzun sürmedi. Sivil toplumculuğa uygun tutamaklar sunan liberalizm, yeni sağ ve post-modern ideolojilerin yaşadığı irtifa kabından söz ediyoruz. Bu anlamda sivil toplumculuk, baştan ayartılmaya hazır olanlar nezdinde bile bayatlamaya başlamıştır. Seattle’la başlayıp Fransa’daki banliyölere uzanan isyan dalgası Batı’da dahi STK’ların başarılı bir kalkan olamadığını göstermiştir. Buraya kadar anlatılanlar daha çok Avrupa merkezli gelişimler.

 Peki Türkiye?

“Türkiye’de örneğin sivil toplumu, bu toplumdaki demokratikleşme potansiyelini ve sivil toplumun devletle ilişkilenme biçimini saf batılı paradigma çerçevesinde anlamlandırmak mümkün olmayacaktır.”(2)

Uzun uzadıya Türkiye toplumunun özgüllüklerine değinmek gerekli mi? En başta ‘sivil toplum’ kurgusunun varsaydığı kategorik devlet-toplum ayrımı bile Türkiye için oldukça şüphelidir. ‘Devletlû geleneğe’ hiç uzanmadan, 90’lı yılların ‘devletleşen toplumu’ ya da bugünün muhtarıyla hemhal olan ‘avamlaşan devleti’ ilk akla gelenlerdir.

Kısacası, AKP’nin (devlet) muhtarından esnafına kendi toplumsallığını (sivil toplum) yarattığı, AKP karşıtı toplumsallığın (sivil toplum) ise en azından bir bölmesinin öyle ya da böyle ‘tüm bu rezalete ayar verecek güçlü bir devlet’ özlemiyle yanıp tutuştuğu yerde, kategorik bir devlet-toplum ayrımı varsaymak, ateşli bir gecenin sonunda rujla aynaya ‘cumaya gittim, gelicem’ yazarak sevgiliyi terk etmek kadar fantastik kaçmaktadır.

 

​​Sivil toplumculukta bugün asıl risk, depolitizasyondan çok gerici toplumsallığın yeniden üretilmesidir​

 
Peki, yine bu sivil toplum kurgusunun depolitizasyona alternatif olma ya da geleneksel siyasal mekanizmalardan kopuşun alternatifi olma gibi iddiaları?
 
Batılı paradigmanın ‘sivil toplum’ söylemindeki depolitizasyon iddiası, geleneksel siyasal mekanizmalara katılım sorunu gibi (gelişmiş kapitalist ülkelerdeki oy kullanma oranlarının çok düşük olması örneğin) ölçülerle ele alınacaksa, denebilir ki bu ülkede yaprak kımıldamıyor denilen dönemlerde bile bu tip bir depolitizasyon yaşanmamıştır. Hele ki bugün adlı adınca liberal ideolojiyi savunan STK’lar bile, bırakın geleneksel siyaset mekanizmalarının alternatifi olmayı, seçimlerde oy hırsızlığına karşı militan örgütlenme ağı kurmaktadır.
 
Tüm bunlardan sonra Türkiye’de bir sivil toplumculuğun olmadığını iddia etmiyoruz elbette. AB’ye giriş arzusuyla başlayıp, demokrasi aşkıyla süren bir dönemin sivil toplumculuğunun ‘göz doldurduğunu’ kabul etmek gerek.

Tam da burada Türkiye’deki sivil toplumculuğu en iyi ifade eden şey şudur: “(...) sivil toplumun, dışladığı alanla yani devletle olan ilişkisinin ve çelişkisinin toplum içindeki diğer her tür çelişki, karşıtlık, ya da ilişkiyi bastıracak, ikincilleştirecek ya da önemsizleştirecek bir başatlık taşıdığının varsayılmasıdır.”(3)

Bununla birlikte Türkiye’deki sivil toplumculuğu batılı paradigmanın ötesinde gerçekçi bir risk algısıyla değerlendirmek gerek. Nasıl bir risk denilecekse de bu, STK olarak anılan alanın toplumu depolitize etme riskinden çok, gerici bir toplumsallığın yığınağı haline gelmesi riskidir.

İşte tam da bu noktada, gerici yığınağa alternatif oluşturacak halk örgütlenmelerinin sivil toplumculuğa dönüşme kaygısından bahsediliyorsa; okuldu, mahalleydi, dernekti, kulüptü vs. derken ‘asıl dava’ unutuluyor deniliyorsa müsterih olunuz, bunu da AKP çözmüştür. Öyle ki hayatın her alanında, girdiğiniz her delikte AKP’nin gericiliği, piyasacılığı, otoriterliği sizi bekliyor olacaktır.Bu söylenenler elbette bir rehavet ve yatış anlamına gelmemeli. Evet, “görece geniş her tür örgütlenme, pek doğal olarak, sağa kayma tehlikesini de barındırır. Zaten, ‘öncülük’ denen şeye, tam da, toplumsal dinamikleri kucaklayabilecek olan görece geniş örgütlenmelerin sosyalist iktidar mücadelesinin araçları hâline gelmesini sağlamak için ihtiyaç var!” diye özetlemek mümkün.(4)

MEKAN VE SINIF İLİŞKİSİNDE DAYANIŞMA MÜCADELESİ

 

AKP Rejimi'nin atomize edici, yalnızlaştırıcı etkilerine karşı, birlikte olabilmek, somut bir mücadele içinde devinebilmek, güven vermek mümkün...

 

Önce bir soru: Dayanışmanın bir mekanı/ölçeği var mıdır? Daha açığı; dayanışma ağları kurma, verili olanlara katılma, buralardaki mücadeleyi yaygınlaştırma, yükseltme vs. hayatın her alanında benzer doz ve ısrarla sürdürülebilir mi?

Böyle olmadığı kanısındayız. Dayanışma demek her şeyden önce emeğin yeniden üretildiği alanlar demektir. Kuşkusuz emek sürecindeki dayanışma pratikleri dışlanamaz, ancak buradaki mücadeleyi tanımlayan esas hat dayanışma ile sınırlı değildir. Sermaye nasıl ki hem emek sürecinde hem de emeğin yeniden üretim sürecinde tek düzlemli/tek boyutlu bir mücadele yürütmüyorsa, bizim de her iki alandaki saldırıya uygun karşılıklar üretmemiz gerek.

Peki emeğin yeniden üretim alanlarında hangi insanlar bulunmaktadır?

Marx’ın Kapital’de ‘Her toplumsal üretim süreci aynı zamanda bir yeniden üretimdir’ diyerek analizinin merkezine koyduğu yeniden üretim alanı kapitalizmin doğuşundan bugüne oldukça karmaşıklaşmıştır.(5) Bu karmaşa en başta, üretim ve yeniden üretim mekanlarının mesafe olarak uzaklaşmasıyla başlamış, sermayenin yeniden üretim alanında ücretli emekçiler dışındaki unsurları da hızlıca kendi çıkarları lehine seferber etmesiyle sürmüştür.

Sermayenin, emeğin yeniden üretim alanında sergilediği bu seferberliğinin toplumsal özneleri içinde; yine Marx’ın(6) güzel ifadelerini kullanırsak ‘gerçekte emeğini sermayeye satmadan sermayeye ait olanları’ da, proleterleşme sürecinin, mülksüzleşmiş insanları da, ücretli emekçisi de, toplumsal yeniden üreticiler olarak kadınları da yan yana, iç içe var olmaktadır.(7)

Tüm bu insanlar tanım olarak toplumsal proletaryadır. Bu anlamda toplumsal proletaryaya daha fazla ‘sınıflaşmış toplum’ diyebiliriz.

Haluk Yurtsever’in de belirttiği gibi “sınıfsal aidiyet, bugün özellikle ‘toplumsal’dır.(…) Bugün birey yalnızca emek gücünün satışı üzerinden değil, kültür, boş zaman, hastalık, eğitim, seks, hatta ölüm gibi toplumsal ilişkiler üzerinden sermayeye tabi kılınıyor.”(8)

Toparlarsak, en başta dayanışma mücadelesinin mekanı olarak tanımladığımız, emeğin yeniden üretildiği alanlar (evler, mahalleler, kahvehaneler vs.) tastamam ‘toplumsal proletaryanın’ içidir.

Kuşkusuz bizim de toplumsal proletaryamız ve onun içinde devindiği toplumsallık bir politik nötr evrende yer almıyor. Gezi direnişinde, varoş mahallelerden kent merkezlerine mekanla bağı güçlü direnişlerin yaşanması bunu göstermekte. Bu bağı dayanışma hattıyla güçlendirmek mümkündür.

Bu nedenle bugün ihtiyaç olan yalnızca, AKP karşıtı toplumsallığın, politizasyonun biçimleri olarak seçimlere, oy kullanmaya, yazdığımız bildirileri, gazeteleri okumaya, çağırdığımız eylemlere katılmaya yöneltilmesi değildir.

İhtiyacımız olan tüm bunların yanında-bazen de içiçe- aynı toplumsallığın yaşamlarına değen, somut çıkarlarıyla ilgili güncel pratikleri mücadelenin konusu haline getirebilmek, buralarda kazanımlar elde edeceğimiz, dayanışma ilişkileri oluşturacağımız hedefler belirlemek, AKP’nin baskı ve terör politikalarının, atomize edici, yalnızlaştırıcı etkilerine karşı, birlikte olabilmeyi, somut bir mücadele içinde devinebilmeyi, güven vermeyi, öğrenip öğretmeyi mümkün kılacak ilişkiler geliştirmektir.

 

1- http://ilerihaber.org/yazarlar/erkin-ozalp/tuhaf-bir-solculuk-turu/1461/

2- “Devlet, Sivil Toplum ve Demokratikleşme” Metin Çulhaoğlu, s.16, Sosyalist Politika sayı:16

3- Solda ‘’Sivil Toplum’’ Söylemi: Gerçekler ve yanılsamalar, Metin Çulhaoğlu/Can Soyer, Özgür Üniversite Defterleri,2000, s.25

4- http://ilerihaber.org/yazarlar/erkin-ozalp/bir-elestiri-uzerine/1091/

5- Karl Marx, Kapital, Birinci cilt, s. 540, Sol yayınları, Beşinci baskı

6 - Karl Marx, Kapital, Birinci cilt, s. 551, Sol yayınları, Beşinci baskı “Gerçekte emekçi, daha kendisini sermayeye satmadan önce sermayeye aittir.”

7- Daha ayrıntılı bir anlatım ve toplumsal proletarya kavramı hakkında bakınız. “Varoşlar ve Kent Yoksulluğu, Sınıf Mücadelesinde Mekan ve Bütünlük Sorunları” Metin Çulhaoğlu, s.91 ve s. 100, Sosyalist Politika, sayı: 10

8- Kapitalizmin Sınırları ve Toplumsal Proletarya, Haluk Yurtsever, s.131, Yordam kitap, 2011

DAHA FAZLA