Bilic: Yugoslavya'da ne yüzme havuzuna ücret öderdik, ne basketbol sahasına

Beşiktaş'ın eski teknik direktörü Slaven Bilic, "Mutlu olmak için çok şeye sahip olmanın gerekmediği zamanlarda çocuktum ben. Şimdiki gibi değil! Bugün insanlar, başkalarının sahip olup, kendilerinde olmayanlar yüzünden inanılmaz mutsuzlar. Bizim de pek bir şeyimiz yoktu. Annem, babam, kardeşim, büyükannem ve ben kooperatif bloklarında yaşıyorduk. Ne yüzme havuzuna ücret öderdik, ne basketbol sahasına." dedi.

Beşiktaş'ın eski teknik direktörü Slaven Bilic, Türkiye'de hakemlik yapmanın çok zor olduğunu söyledi. Maçtan üç gün önce herkesin hakemleri konuşmaya başladığını vurgulayan Bilic, "Geçmişinden başlıyorlar, bir maçta Beşiktaş’ın penaltısını nasıl yediğine kadar her şeyi masaya yatırıyorlar. Yok efendim nasıl vermezmiş? Sebep neymiş? Yahu zaten her tarafta kamera var. O da yetmiyormuş gibi, maç bittikten sonra da televizyonlarda saatlerce pozisyonları tartışıyorlar" dedi. 

İngiltere'nin West Ham United takımını çalıştırmaya başlayan Bilic, mutlu bir çocukluk geçirdiğini anlatarak, "Mutlu olmak için çok şeye sahip olmanın gerekmediği zamanlarda çocuktum ben. Şimdiki gibi değil! Bugün insanlar, başkalarının sahip olup, kendilerinde olmayanlar yüzünden inanılmaz mutsuzlar. Bizim de pek bir şeyimiz yoktu. Zaten o günlerin Yugoslavya’sında neredeyse kimse zengin değildi. Annem, babam, kardeşim, büyükannem ve ben kooperatif bloklarında yaşıyorduk. Ne yüzme havuzuna ücret öderdik, ne basketbol sahasına. Belki de bunlar mutlu bir çocukluk geçirmemin nedenleriydi, çünkü hep birilerinin bizi sevip kolladığına inanmıştım." dedi. 

Hürriyet'ten İzzet Çapa'nın Slaven Bilic ile söyleşisinden satırbaşları şu şekilde:

"TÜRKLERİN ASABİ VE ÇILGIN OLDUKLARINI DÜŞÜNMÜŞTÜM"

Senin kafanda Türkiye’ye gelmeden önce bizim oralarla ilgili nasıl bir intiba vardı?

Dürüst olmak gerekirse, futbol maçları ve medyadaki görüntüleri izleyince Türkler’in çılgın ve asabi olduklarını düşünmüş, çekinmiştim. Aslında bu sadece benim değil, Avrupa’da yaşayan hemen hemen herkesin hissettiği bir durum. Fakat İstanbul’a gelince ne kadar sakin olduğunuzu fark ettim. Bilemiyorum, belki dini inançlarından, belki de başka nedenlerden dolayı Türkler adeta Nirvana’ya ulaşmış gibiler... Ya da sürekli çay içtiğiniz için bu kadar sakinsiniz (gülüyor).

İstanbul’u özlemiş gibi bir halin var...

Özlemez olur muyum? Ama şehirden çok oradaki dostlarımı ve anılarımı özlüyorum! Fakat bundan sakın İngiltere’yi sevmiyorum anlamını çıkarmaya kalkma.

Dostların dışında en çok neler burnunda tütüyor?

Yaşadığım semti ve oradaki günlük rutinimi çok seviyordum. Beşiktaş’ı, İkinci Köprü’yü, Kandilli’deki Big Chefs’i, İstinye Park’taki Gigi’yi, havasını, köpeğimi gezdirdiğim parkı özlemedim dersem yalan olur. Haa bir de unutmadan, Türk kahvaltılarının lezzeti hâlâ damağımda. Tabii tek bir şey söyleyerek mantıksızlık yapamam, insan nasıl evini severse ben de öyle içindeki her şeyiyle seviyorum Türkiye’yi. 

Kahvaltıyı özlediğini bilseydim sucuk, pastırma falan getirirdim sana...

Ah o kahvaltılar... Bir tane omlet istiyorsun, adam önüne krallara layık sofra kuruyor. Envai çeşit peynir, domates, ekmek, salam, sucuk ne ararsan var masada. Her şeyi getiriyorlar ama bir tek sipariş ettiğin omlet asla gelmiyor.

"NE YÜZME HAVUZUNA ÜCRET ÖDERDİK, NE BASKETBOL SAHASINA"

O zaman hayalleri bırakalım da, biyografine dönelim...

Ne yapacaksın şimdi biyografimi, kitap yazmaya gelmedin herhalde!

Yahu spor sayfası için röportaj yapmıyoruz... 

Haydi öyle olsun bakalım...

Çocukluğunla başlayalım o halde...

O günler aklıma geldikçe hep gülümserim. Mutlu olmak için çok şeye sahip olmanın gerekmediği zamanlarda çocuktum ben. Şimdiki gibi değil! Bugün insanlar, başkalarının sahip olup, kendilerinde olmayanlar yüzünden inanılmaz mutsuzlar. Bizim de pek bir şeyimiz yoktu. Zaten o günlerin Yugoslavya’sında neredeyse kimse zengin değildi. Annem, babam, kardeşim, büyükannem ve ben kooperatif bloklarında yaşıyorduk. Ne yüzme havuzuna ücret öderdik, ne basketbol sahasına. Belki de bunlar mutlu bir çocukluk geçirmemin nedenleriydi, çünkü hep birilerinin bizi sevip kolladığına inanmıştım. 

Biraz annenden, babandan söz edelim mi?

Babam iktisat profesörüydü. Ailesiz büyümüş, sürekli tek başına mücadele vermiş, iyi eğitimli, gerçekten özel bir adamdı. Tam bir futbol hastasıydı, daha küçücükken beni alır maçlara götürürdü. Maalesef 3 yıl önce kaybettik kendisini... Annemse coğrafya ve biyoloji öğretmeniydi. Anlayacağın fazla paramız yoktu ama eğitim açısından çok zengindik. Tek cümleyle özetlersem, çocukluğum okuldan ve futboldan ibaretti.

"TÜRKİYE'DE MAÇ BİTİNCE TELEVİZYONLARDA SAATLERCE POZİSYONLARI TARTIŞIYORLAR"

İngiliz hakemleriyle yurdum hakemleri arasındaki yedi farkı bul desem, nasıl bir cevap verirsin?

Türkiye’de hakem olmak gerçekten çok zor. Burada bana maçtan 1-2 gün önce hakemin adını mail olarak atıyorlar. İsmi dışında ben o adamın kim olduğunu asla bilmiyorum. Umurumda da değil zaten. Ama Türkiye’de öyle mi? Maçtan üç gün önce hakemleri konuşmaya başlıyor herkes. Geçmişinden başlıyorlar, bir maçta Beşiktaş’ın penaltısını nasıl yediğine kadar her şeyi masaya yatırıyorlar. Yok efendim nasıl vermezmiş? Sebep neymiş? Yahu zaten her tarafta kamera var. O da yetmiyormuş gibi, maç bittikten sonra da televizyonlarda saatlerce pozisyonları tartışıyorlar.

İngiltere’de pozisyonlar tartışmaya açık değil mi yani?

Burada durum biraz daha rahat. Hakemlerin üzerinde tabii ki bir baskı var ama yanlış yaptıkları zaman kimse arkasında başka şeyler aramıyor. “Yanlış karar”, “Görmedi” diye geçiştiriyorlar olayı. Sonuçta saniyeler içinde karar vermek zorundalar, haliyle hatalar yapılabiliyor. Fakat Türkiye’de maalesef hataların altında her zaman farklı sebepler aranıyor.

DAHA FAZLA