ABD kaçınılmaz olanı daha ne kadar engelleyebilir?

ABD kaçınılmaz olanı daha ne kadar engelleyebilir?

ABD Merkez Bankası Çin'e karşı sürdürülen ekonomik savaşın bir reform değil gerçek bir savaş doğuracağı gerçeğini engelleyebilir mi?

Makale: Paul Craigs Roberts

Almanca'dan Çeviri: Özer Erdin

ABD’nin büyük küresel şirketleri ve Wall Street ne zaman Trump ile bir araya gelerek ona Çin ile sürdürmekte olduğu ticaret savaşını Çin’e karşı değil, aksine ABD’ye karşı verdiğini anlatacaklar? Zira ABD ve Çin arasında mevcut olan ticaret açığının büyük bir bölümünü bizzat Amerikalı küresel firmaların offshore ürünleri oluşturuyor. Başka bir deyişle bu firmalar Çin’de ürettikleri ürünleri ABD pazarına getiriyorlar ve ürünler Çin üretimi olarak pazarlanıyor.

Altı yıl önce “The Failure Of Laissez Faire Capitalism” adlı kitabımı yazdığımda, Çin menşei olduğu zannedilen ürünlerin yarısının ABD’li offshore ürünleri olduğunu ispat etmiştim. Bazı yasal kurallardan muafiyet ve ucuz işçilik nedeniyle offshoring, maliyeti oldukça düşürdüğünden ABD firmaları için daima tercih edile gelen bir ticari yöntem oldu. Hissedarların kazançları, telif hakkı ücretleri ve sermaye gelirleri offshoring yoluyla etkili bir biçimde desteklendi. Hal böyle olunca 21. Yüzyılın ilk on yılında ABD’de 54.621 fabrika kapatıldı ve faaliyette olan sektörlerde istihdam edilmiş çalışan sayısı yaklaşık beş milyon kadar geriledi. İlerleyen zaman içinde 1000 ve üzeri çalışan barındıran büyük fabrikalardaki istihdam yüzde kırk azaldı. Bu düşüş 500 ile 1000 arası çalışanı olan fabrikalarda yüzde kırk dört, 250-500 kişi kapasiteli fabrikalarda yüzde otuz yedi, 100 ile 250 çalışana sahip fabrikalarda ise yüzde otuzluk bir rakama tekabül etmektedir.

Yani başka bir biçimde ve doğrudan ifade edersek milyonlarca Amerikalı işini Çin yüzünden değil, bizzat Amerikan firmalarının fabrikaları yurtdışına taşımak suretiyle Amerikan halkına ihanet etmesi yüzünden kaybediyor. Bu nedenle Trump’ın “Amerika’yı yeniden büyük bir güç yapacağız” şeklinde dile getirdiği sloganı Çin için geçerli değildir. Söz konusu slogan direkt olarak Amerikan firmalarına yöneltilmelidir. Eğer birisi bu gerçeği Trump’a anlatacak olursa, bunu idrak eden Trump, ABD’yi Çin pazarından geri çekip, Amerikan firmalarını ABD’ye yerleştirebilecek midir?

Çalışan nüfusun iş kaybının Amerikalıların beklentilerinde ve umutlarında, Amerikan ekonomisinde, kentleri kapsayan eyaletlerde ve bu eyaletlerin emekli maaşı ödemelerinde, kamusal hizmetlerinde, sosyal güvence ve sağlık hizmetlerinde korkunç etkileri olmuştur. Dahası yatırımcı elit sınıf Amerikan halkına dayatılan devasa masraflar, bozulan ekonomik ve sosyal istikrar üzerinden zenginleşmiştir. Öte yandan offshoring yüzünden ortaya çıkan iş kaybının Amerikan Merkez Bankası’nın uygulamakta olduğu politika üzerinde de çok büyük bir etkisi vardır.

Alan Greenspan yönetimindeki Merkez Bankası tüketici gelirlerinin var olmayan büyümesinin yerine tüketici kredilerinin genişletilmesini koymakta ve bu sayede tüketme talebini bütünüyle ayakta tutmaya uğraşmaktadır. Greenspan maaşları yükseltmek yerine tüketici borçlanmasını yükselterek ekonomiyi canlandırmak istemektedir. Kredi onaylarının geniş bir tabana yayılması, buna bağlı olan emlak fiyatlarının yükseltilmesi ve bilhassa Glas-Steagall yasasının kaldırılması ile banka sisteminin bozulmuş olması dolandırıcılığın ve bir çeşit emlak balonunun şişmesiyle hipotek yan ürünlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu feci gelişme dünyayı 2007/2008 yıllarının büyük finans krizine götürmüştür. Amerikan Merkez Bankası böyle bir çöküş esnasında tüketici borçlarının ödenmesine kolaylık göstermek yerine kendi çıkar gruplarını, yani büyük bankaları gözeterek, onlara ait olan borçları koruma altına almıştır. Başka bir deyişle hiçbir bankanın çökmesine müsaade etmeyen Merkez Bankası, bunu takip eden süreçte daha küçük bankaların büyük bankalar tarafından satın alınmasına salık vermiş ve bu yüzden finansal yoğunlaşma artmaya devam etmiştir. Merkez bankasının bilanço birikiminin milyarlarca dolar yükselmiş olması ise nihayetinde bir avuç bankanın işine yaramıştır. Böylece ABD hükümetine bağlı olan bir bürokrat tarihte önceden hiç görülmedik bir çerçevede karar vererek sadece mülk sahibi sınıf için çalışmıştır.

Merkez bankalarının meteliksiz kalan ve tasfiye edilmeleri gereken sorumsuz büyük bankaları kurtarma yöntemi, banka defterlerinde sorunlu olan varlık değerlerine ait faiz oranlarının düşürülmesiydi. Bu bağlamda açıkça söylersek, faizler ve tahvil fiyatları zıt istikamette hareket ederler. Yani, faizler merkez bankası tarafından düşürülürse, tahvil kurları yükselmektedir. Buna ek olarak çeşitli borç riskleri de birlikte hareket ettiklerinden düşük faiz oranları zora giren senetler ile beraber tüm borç senetlerinin fiyatını yükseltmektedir. Borç senetlerinin yükselen fiyatları ise büyük bankaların bilançolarını güçlendirmektedir.

Ayrıca Amerikan Merkez Bankası hedefine ulaşabilmek için faizleri sıfıra indirmek zorundaydı. Bu durumda ise enflasyon negatif bir seviyede geriledi ve bu düşük seviyenin yıkıcı sonuçları oldu. Bir yandan düşük faizler her türlü spekülasyon ile bütünleşti; fakat öte yandan düşük faizler ile emeklilerin emeklilik güvence mevduatlarından elde ettikleri faiz gelirlerine alı konuldu. Hal böyle olunca emekliler sermayelerini geri çekmek zorunda kaldılar ve birikmiş sermaye yüzde doksanın altına düştü. Bu çok düşük hesaplanmış olan enflasyon oranları ile emeklilerin geçim masraflarını sosyal güvence ile karşılayabilmeleri engellendi ve emekliler harcamalarını emeklilik sermayelerinden yapar oldular.

Düşük faiz oranları da şirket yönetimini şirketin hisse senetlerini geri almak için borçlanmaya teşvik etti, bu da fiyat artışı ile beraber yöneticilerin ve yönetim kurulu üyelerinin ikramiye ve hisse senedi opsiyonlarının yanı sıra hissedar sermaye kazançlarını da yukarı çekti. Başka bir deyişle firmalar, şirket yöneticilerinin ve mülk sahiplerinin kısa vadeli çıkarları için borçlandırıldılar. Bu sahtekârlığa karşı koyan firmalar ise bizzat Wall Street tarafından ele geçirilme tehdidi ile karşı karşıya kaldılar. Neticede offshoring ve Amerikan Merkez Bankası politikasının bugün geriye bıraktığı durum, tüketicileri, hükümetleri ve her düzlemdeki firmaları kapsayacak bir biçimde ekonominin her bakımdan borçlandırılmış olmasıdır. Hatta bu konuda bizzat Merkez Bankası’nın kendisinin yapmış olduğu bir araştırmanın sonucuna göre bugün Amerikalılar öylesine borçlu ve öylesine yoksuldurlar ki, halkın yüzde kırk biri ailesinden ve arkadaş çevresinden borç almadan veya bazı eşyalarını satmadan 400 doları bir araya getirememektedir.

Halkı bu derecede borçlu olan bir ülkenin tüketici pazarı olmaz. Tüketici pazarı olmayan bir ülkenin ekonomisi de büyümez. Böyle bir durumda ise ABD hükümeti çok düşük enflasyon oranları hesaplamalarıyla yanlış kurgulanmış değerleri dolaşıma sürer. Ekonomik büyüme olmaksızın mevcut sistemde tüketiciler, firmalar, devletler, yerel yönetimler ve eyalet hükümetleri borçlarını ödeyemeyip, yükümlülüklerini yerine getiremezler.

Merkez Bankası, Amerikan ekonomisini oluşturan Ponzi Sistemi’ni finansal yapıları desteklemek için para basmak suretiyle su yüzeyinde tutmayı öğrenmiştir. (Ponzi Oyunu ya da Ponzi Düzeni, (İngilizce: Ponzi Scheme); yatırımcılara kendi paralarından geri dönenle veya sonraki yatırımcılardan gelen paralarla ödemenin yapıldığı bir dolandırıcılık yöntemidir.) Merkez Bankası’nın sunmakta olduğu sözde faiz yükselmesi reel faiz yükselmesi değildir. Hatta değeri düşük gösterilen enflasyon oranları da faiz artışından daha yüksek değildir. Şayet borsa büyük bir zarar ortaya çıkmadan önce bazı senetleri satmaya kalkarsa, Merkez Bankası o zaman devreye girmekte ve S&P-Futures’i satın alarak hisse senedi kurlarını yukarı çekmektedir.

Normalde Merkez Bankası’nın bu kadar büyük miktarda para temini gerçekleştiriyor olması Amerikan Hükümeti’nin yüksek borçları hesaba katıldığında ve hatta yerel hükümetlerin, tüketicilerin ve firmaların borçları da bunlara eklendiğinde ABD Doları kurunun düşmesine sebebiyet vermelidir, ancak bu düşüş neden gerçekleşmemektedir?

Bunun üç nedeni vardır. İlk olarak diğer ülkelerin merkez bankaları da üç çeşit rezerv para birimi basmaktadırlar. Bunlar Japonya Merkez Bankası, Avrupa Merkez Bankası ve Bank of England’dır. Bu bankaların daimi para politikasını gevşetme girişimleri Amerikan Merkez Bankası’nın bastığı doları dengelemekte ve ABD Doları’nın değer kaybını önlemektedir.

İkinci neden; doların değerine yönelik bir şüphe oluştuğunda altın fiyatı yukarı çekilmektedir. Merkez Bankası veya değerli maden bankaları kısa süreli olarak altına dayalı karşılıksız vadeli işlem sözleşmelerini (Gold-Futures) piyasaya sürerler. Bu da altın fiyatının düşmesine yol açar. Bu durum hem Dave Kranzler tarafından hem de benim sayfamda ele alınan yazı başlıklarında birçok kez belgelenmiştir.

Üçüncü neden ise; büyük servet sahipleri, tekil şahıslar, emekli fonu sahipleri ve herkes kaybetmekten çok para kazanmak istemektedirler. Bu nedenle Ponzi Sistemi’ne dâhil olmaktadırlar.

Yukarıda Amerikan Merkez Bankası’nın politikasından hareketle açıkladığım gibi döviz kuru ve döviz piyasasında damping fiyatlarında satılabilen bir miktar dolar ile yüklendiği ölçüde dolar desteklemeye devam edemezse, Ponzi sistemi çökecektir. Bu nedenle Washington kendi hegemonyasını muhafaza etmeye karar vermiştir. Washington, Amerikan Ponzi Sistemi’ni destekleyen Japonya, Avrupa ve Birleşik Britanya Krallığı üzerindeki hegemonyadır. Bu ülkelerin merkez bankalarından biri doları desteklemeyi bırakır bırakmaz Amerikan Ponzi Sistemi de çökecektir. Şayet ABD’nin borçları ve menkul değerleri reel değerlere indirgenirse, ABD dünya güçleri liginde yer alamayabilecektir. Sonuç olarak ABD’nin önünde duran en olası gelecek ekonomik reform değil, savaştır.

Orjinal makale için tıklayın